Modern insan yalnızca bedeniyle değil; hayalleri, korkuları, umutları ve inançlarıyla da bir bütündür. Ancak bu bütünlük, zamanla parçalanmış, görünür olan ile görünmeyen arasında bir kopuş yaşanmıştır. Medeniyet tasavvurları da bu bütünlüğün bir yansımasıdır. Bu bağlamda “gövde” bir toplumun veya bireyin maddi, yapısal ve görünen yönünü temsil ederken; “gölge”, onun manevi, hayalî ve derin yapısını yansıtır. İşte gurbet bu ikisi arasındaki kopuştan doğar. Gövde, yurduna dönmüş olsa da gölge hâlâ yolcudur.
Gövde, görünen yapıdır. Gövde, hem bireyin hem toplumun görünen kısmıdır. Bedendir, sistemdir, kurumlardır. Modern toplumlar, bireyi bu fiziksel yapısıyla tanımlar. Gövdeye verilen değer, dış görünüş, statü ve üretkenlik ile ölçülür.
“İnsanoğlu çoğu zaman kabuğun peşindedir, özden habersizdir.”
– İmam Gazali, Kimya-yı Saadet
Bu anlayış bireyin içsel boyutunu ihmal eder; ruh, duygu ve değerler ötelenir. Toplumsal anlamda ise, şehir planlamasından eğitim sistemine kadar pek çok yapının gövdesi vardır ama çoğunun gölgesi kaybolmuştur.
Gölge, görünmeyen derinliktir. Gölge, insanın ve toplumun görülemeyen, ama en az gövde kadar belirleyici yönüdür: endişeler, aşk, inanç, hayal, korku, dua… Gölge, kimliğin ve aidiyetin içsel yankısıdır. Jung’un psikoloji literatüründe “gölge” kavramı, bastırılmış ya da görünmeyen benliği temsil eder. Medeniyetler de kendi “gölge”lerini taşır: mazideki hayalleri, idealleri, duygusal yaraları…
İslam’da kalp, aklın da ötesinde bir merkezdir ve gölgeyle özdeştir:
“Onlar ki ayakta, otururken ve yanları üzerindeyken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler.”
(Âl-i İmrân, 3/191)
Bu ayette geçen “derin düşünce” hâli, gövdenin değil gölgenin işidir. Kalbin, hayalin, ruhi varoluşun alanıdır.
Gurbet, gölge ile gövdenin ayrılığıdır. Gurbet, sadece fiziki bir uzaklık değil; insanın kendi gölgesinden uzak düşmesidir. Medeniyetin gövdesi kalmış ama gölgesi yitmişse, o medeniyet kendine gurbet yaşamaktadır.
“Kendini bilen, Rabbini bilir.”
– Hadis-i Şerif (Müsned, 5/341)
Bu bilme hâli, gövdenin değil, gölgenin işidir. Birey kendi iç dünyasından koptukça; toplum, kendi değer ve hayallerinden uzaklaştıkça “yurda dönse bile gurbettedir.”
Modern şehirler büyümüştür ama maneviyat küçülmüştür. Eğitim sistemleri inşa edilmiştir ama ideal insan tipi kaybolmuştur. Teknoloji gelişmiştir ama insanın iç sesi susmuştur.
“Teknolojik araçlarımız gelişti ama insanlık duygularımız çürüdü.”
– Martin Heidegger, Teknoloji Üzerine
Bu durum, gövdesi büyüyen ama gölgesi kısalan bir medeniyet tipini doğurmuştur. Gövde yere bağlıdır, gölge ise semaya meyillidir. Aralarındaki çatışma, insanı da toplumu da gurbetin içine hapseder.
Gölgenin Uzaması ve Kısalması: Aşkın Olanın İki Yönü
Gövde ile gölge arasındaki ilişki yalnızca fiziksel bir yansıma değil, insanın hakikate olan yönelişinin de mecazı gibidir. Bu bağlamda gölgenin uzaması ya da kısalması, insanın aşkın olana yaklaşma çabasının iki ayrı veçhesi olarak düşünülebilir. Gölgenin uzaması, gövdenin fiziksel varlığını aşan bir cesaretin, bir hamiyetin tezahürüdür. Bazen insan, kendi boyunu aşan bir anlamla görünür olur; olduğundan daha kuvvetli, daha kararlı bir imaj sunar dünyaya. Bu, nefsin değil, aşkın olanın bir yansımasıdır: bir davaya sadakat, bir millete omuz verme, bir mukaddesatı yüklenme halidir. Gölgenin uzaması burada bir kahramanlık değil, bir hamiyetperverlik emaresidir.
Öte yandan, gölgenin kısalması da bir kayboluş değil; bir bilinçli silinme, bir alçak gönüllülük tavrıdır. Gölgesi kısa olan insan, merkezde kalmaz ama varlığını da inkâr etmez. Bu, tevazunun gölgesidir. Tıpkı güneş tam tepedeyken gölgenin yere sinmesi gibi, hakikat karşısında eğilmenin, benlikten soyunmanın sembolüdür bu hal. Gölgenin kısalması, tevazu ile aşkın olana yakınlaşma çabasıdır.
Bu iki yön, medeniyet kurucusu şahsiyetlerde sıklıkla birlikte görülür. Onlar hem gölgeleriyle koca dağlara meydan okuyacak kadar cesurdurlar, hem de gövdelerini gölgesiz bırakacak kadar mütevazidirler. İşte medeniyetin asıl taşıyıcısı bu dengedir: tevazu ile hamiyetin birlikte akması.
Gölgesine Dönmeyen Medeniyet Yurtsuzdur
İslam medeniyet tasavvurunda gövde ve gölge arasında denge vardır. Mescid, sadece namaz kılınan bir yapı değil; aynı zamanda bireyin iç dünyasına çekildiği bir gölgeliktir. İbadet, gövdenin hareketi ile gölgenin huzurunu birleştirir.
“Namaz müminin miracıdır.”
– Hadis-i Şerif
Mirac, gövdenin değil, gölgenin yükselişidir. Namazda beden eğilir, ruh yücelir.
İslamî toplum tasavvurunda gövde (şehir, kurum, yapı) gölgeyi taşıyacak şekilde inşa edilmiştir: Camiler ruhun merkezine, medreseler düşüncenin derinliğine, tekkeler ise aşkın ve hikmetin yuvasına dönüşür.
Gövdeye sahip olmak yetmez; gölgeye dönmek gerekir. Gurbet, bireyin ya da toplumun kendi iç hakikatinden kopuşudur. Bu kopuş, ne modernlik ile ne gelenek ile açıklanabilir; ancak insanın kendini unutmasıyla mümkündür.
“Kendinizi unutup da başkalarına doğruyu mu emrediyorsunuz?”
(Bakara, 2/44)
Bu ayet, bireyin ve toplumun kendi gölgesini unuttuğu sürece hiçbir “gövdesel yapı”nın hakikati temsil edemeyeceğini gösterir. Medeniyet tasavvuru, ancak gövde ile gölgenin barışmasıyla yeniden inşa edilebilir.
Kaynakça
1. Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân 3/191, Bakara 2/44
2. İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, çev. A. Ateş, İstanbul, 2004
3. Carl Gustav Jung, The Archetypes and the Collective Unconscious, Princeton University Press
4. Martin Heidegger, The Question Concerning Technology, Harper Perennial
5. Hadis-i Şerifler: Müsned, İbn Hanbel, 5/341; Kütüb-i Sitte
6. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlânâ’nın rubailerinden seçmeler
7. İhsan Fazlıoğlu, Medeniyet Tasavvurumuz, İnsan Yayınları