'Sorgusuz Sualsiz’ programına eski bir bakanımız katıldı. Çok samimi keyifli bir program oldu. Birçok konu konuşuldu. Hepsi de kıymetli, tek tek ele alınması gereken konular.
Bunlardan biri de emekli maaşlarının yetersiz olduğu vurgusu oldu. Eski bakanımızca en düşük emekli maaşının 15 bin TL olduğu, bunun elbette yetersiz olduğu vurgulandı. Ardından da cümlesini özetle şöyle devam ettirdi. “Bu rakamı 100 bin TL yapsak, para bassak kısa sürede enflasyon oluşacak ve 100 bin TL’de yetmeyecek” dedi. Evet kesinlikle doğru, bunu maaşların yetmez olduğu 2018’den bu yana ekonomistler de defalarca vurguladı.
Ama halkın artış ifadesinde anlaşılmayan şu; Buradaki mesele 15 bin TL’yi, 100 bin TL yapmak değil. Mesele para miktarını çoğaltmak değil. İnsanların meselesi 15 bin TL’yi kapsayan mal ve hizmet alımlarının çoğaltılması…
Mevcut rakamın kapsadığı mal ile insanlar geçinemiyor. İnsanların istediği kağıtta artış değil, alım gücünde artış.
Bu önemli tekrar edelim! İnsanların talebi maaş rakamının yükseltilmesi değil… Enflasyon yükünün, alımlarına baskı yapmaması… Diğer bir ifadeyle gelir adaletsizliğinin ortadan kalkması. Liyakatin, adaletin, üretimin olması. İthalatın bunca abartılmaması. Kendisinin de üretebileceği şeylerin kalması. Ve sonucunda domatesin 85 TL değil de 10 TL’ye satılması. Elektrik kwh bedelinin 3,89 TL değil 0,20 TL olması, doğalgaz bedelinin 16,52 TL’den 4 TL’ye inmesi gibi gibi…
Bunu yapmak imkânsız mı? Elbette değil. Kamudaki ultra lüks harcamaları kesebilirsek daha kafadan bu fiyatlar ciddi ciddi gerileyecektir. Ultra lüks makam arabalarını, uçakları, sarayları eksiltip buradan kalan paraları üretime çevirebilirsek enflasyon gerileyecektir. Yine eski bakanımızın dediği gibi ‘hiçbir şey yoktan var, vardan yok edilemez. Fizik buna müsaade etmez.’. Devlet nezdinde yapılan yüksek, lüks harcamalar, israf düzeyindeki harcamalar, tesis makineye değil de durduran varlıklara, inşaata yapılan harcamalar, kazanca değil de tüketime dönüşen harcamalar halkın alım gücünden, cebinden yapılmış olur. Bu da faizcilerin, finansal sömürgenin avuçlarını ovuşturur. Ayrıca yine eski bakanımız ‘üreticimiz faize, kolaya kaçtı’ dedi. Evet ama üreticimizin, sanayicimizin üretimden çıkarak faize, ranta geçmesi keyfiyetten olmadı ki! Sadece sermayesini koruma telaşına girdiler. Ne yazık ki ülkemizde faiz ve rant üretimden çok daha fazla kazandırıyor. Bu gerçeği görmeden, üretimde kalmaya çabalamak sermayesini gerçek enflasyon karşısında eritmekten başka bir işe yaramayacaktı. Onlarda kendini korumayı seçmiş.
Diğer taraftan Türkiye’ye gelmiş milyonlarca sığınmacı da bu enflasyon yükünü arttırdı. Ülkemizde çalışıyorlar. Ve her ay eline geçen maaş ile hemen 50 dolar, 100 dolar, 500 dolar gücü nispetinde alıyor. Ve kendi ülkesine, ailesine gönderiyor. Kaba bir hesapla aylık ortala 100/150 dolar gönderse, toplamda 1 milyar doları geçer. Yılda da 12 milyar doları geçer. Bu para ülkemizde kalsa, enflasyonun düşmesine katkısı olur. Aynı zamanda da o boşalan işleri, eskiden olduğu gibi bizim çocuklarımız yapma fırsatı bulur. Çalışma imkânı bulan gençlerin enflasyona olumlu katkısı olur. Sığınmacılar ülkelerine dönse, domatese, bibere her şeye aynı oranda talep azalacağından yine enflasyona olumlu katkısı olur.
Tabi şimdi burada yine Türkler çalışmıyor, bizim gençler çalışmıyor safsatasına girmeyelim. Bakın daha dün Ordu Olay gazetesinin haberi; “67 temizlik işçisi alınacak” ilanına 10 bine yakın üniversite mezunu gencimiz başvurmuş. Buna benzer haberler daha önce de çokça çıkmıştı. Evet gocunmadan başvurmuşlar. Üniversite mezunuyum dememişler. İş bulsalar çalışacaklar da iş bulmak zor. Bu 10 bin üniversite mezunu arkadaşımız muhtemelen çoğu özel üniversiteden mezun oldu. Aileleri onu okutabilmek için milyonlar ödedi. Peki böyle bir durumda evladına yaptığı yatırımda yanmış olmuyor mu? Bu milli servet hebası sayılmaz mı? Tabi ki entelektüel gelişim yaşadıysa kastımız o değil. Ki her insanda ihtiyacı kadar olması gereken entelektüel gelişimi sağlıklı bir devlet zaten ücretsiz verir. Şimdi bu gençler lisans diploması gerektirmeyen iş yapacak. Ve bu politik plansızlık büyük sorundur. Çünkü onların yapabileceği, ehil oldukları işlere makam sahiplerinin eş dost tanıdıkları çoktan girdi bile… Roma imparatorluğunun yıkılmasının ardından filozof Cicero şöyle demişti; “Roma işi ehline vermediği için yıkıldı.”
Ha bu arada 10 bin gencimizin ailelerine, bu fuzuli kalmış harcamalar yaptırılmasaydı, aileler bu para ile çocuklarına iş yatırımı yapsaydı, üretim yaygınlaşacak ve enflasyon biraz daha gerileyecekti.
Yine ‘Sorgusuz Sualsiz’ programında eski bakanımızın da kısmen değindiği gibi üretim artmadan olmaz. Nüfusa oran ile üretimimiz oldukça eksik. Üretim nüfusa oran ile dengelenebilse enflasyon yine geriler. Bazı büyük şirketlerin yüksek vergileri af edilmese enflasyon tekrar geriler. Yani 15 bin TL yeter. Hatta bırak 15 bin TL’yi, bunlar istikrar ile sürdürülürse kısa sürede 100 TL maaş bile geçinmeye yetecek dönemler gelir.
Türk milletinin derdi her daim rakam küçültmek olmuştur. Rakamlar hayatı güzelleştirmek, sevimli hale getirmek için keşfedilmiştir. Onu büyütmek kutsallaştırmak, ona köle olmak için keşfedilmemiştir. Rakamı küçük tutabilmek ise bilgelik ister. Üretmek, çalışmak, tembel bırakmamak, yardıma muhtaç bırakmamak ister. Bu sebeple Türkler en küçük para birimine ‘kuruş’ der. Kuruş en eski kadim Türk milletinin öz adıdır. Türk ismi yazılı kültürümüz olmadığından Çin kaynaklarında yer aldı. Ve dünyada bu isimle bilindik. Halbuki bizler kendimize Kuru derdik. Çünkü o dönemde kuru kalabilmek çok kıymetliydi. Rutubetlenmeden, ıslanmadan, çalışma gücünü kaybetmeden, kimsenin eline bakmadan kalabilen bir toplumduk. Bu sebeple de bu ismi aldık. Böylece sonraki nesillere de bu çok kıymetli mesajı, varoluş amacımızı aktarabilecektik. En küçük paramıza da ‘kuruş’ ismini vererek bu anlayışı günümüzde de canlı tutmaya çabaladık.
Çalıştıkça, israf etmedikçe yani gelecekten, gelecek nesillerden tüketmedikçe para miktarı küçüleceğinden ve insan onurunu artıracağından en küçük para birimimize ‘kuruş’ dedik. Paramıza, çalışkan, kimseye avuç açmayan kadim milletimizin adını verdik.
Sevgili eski bakanımızın ifadesi üzerine tekrar edelim. Marifet rakamı büyütmek değildir. Rakamı küçültebilmektedir. Marifet hapishaneleri büyütmekte değil, küçültmekte hatta tamamen kapatabilmektedir. Marifet yardım alan insanların sayısını çoğaltmak değil, yardıma muhtaç insanların azalmasında hatta tamamen bitirilebilmesindedir. IV. Murat bu konuyu çok iyi özetler. Çünkü “Yardıma alışan emir almaya da alışır.”
Rakamları büyütme gayreti inanın en kolayıdır. Hiçbir şey yapmazsın. Yer içer yatarsın, zaten rakamlar kendiliğinden büyür. Yatırımlarını, üretmeyen, ranta sebebiyet veren, asfalta, AVM’ye, betona, inşaata yaparsın rakamlar yine kendiliğinden büyür. İşsizliği arttırır, çalışamaz ve yahut yeterli çalışamaz, tembel bırakılırsan mercimeği, buğdayı, patatesi, soğanı, samanı ithal edersen, parandaki sıfırlar kendiliğinden artar. Bakın 35 yıl önce 2 milyon ton kuru baklagil üretiyorduk. Artık sadece 1 milyon ton kuru baklagil üretebiliyoruz. Nüfusumuz arttı. Haliyle kuru baklagil tüketimimiz arttı. Ama ürettiğimiz azaldı. Aradaki farkı da ithal eder olduk. Yabancı çiftçiyi zengin eder olduk. Paramızda yetmez oldu. Değersiz oldu. Para miktarını büyüttük. Kapsadığı alım gücünü küçülttük. Değeri azalmış, sağlıksız kalmış bu rakamsal büyüme, obezdir. Fit olmayan büyümedir.
Marifetimiz paramızın miktarını arttırmak olamaz. Miktarı az, kapsadığı gücü yüksek tutabilmek marifete tabidir. İlim ışığında, yaratılışa uygun gelişimi, insanlığı, medeniyeti gösterebilmek ve rakamları küçültebilmek marifete tabidir.
Marifet; İnsanı, mala köle yapmak değil, malı insana köle yapabilmektir. Yani fit, dinç, güçlü, üretken kalabilmektir.