İstanbul…
On milyonlarca insanın aynı sokaklardan geçtiği, aynı kaldırımı paylaştığı, aynı yolları kullandığı koca bir yaşam sahnesi. Fakat son zamanlarda sokaklara baktığımızda gördüğümüz manzara başka bir şey söylüyor:
“Burası benim alanım.”
“Bu köşe bana ait.”
“Duba koydum, park edemezsin.”
“Masa koydum, geçemezsin.”
Sanki herkes kendi küçük krallığını ilan etmiş durumda.
Bir şehrin büyüklüğü binalarıyla değil; insanlarının kamuya saygısıyla, paylaşma kültürüyle, birbirine gösterdiği özenle ölçülür. Kaldırımı işgal eden, dubayla yol kapatan, kamu alanını kendi malı gibi gören her davranış aslında sadece bir görüntü kirliliği değil; toplumsal bir sorunun işareti.
Bu şehirde 80 yaşındaki bir teyze de yürüyor, elektrikli sandalyesiyle bir engelli kardeşimiz de. Bir baba çocuğunun elinden tutuyor, bir anne bebek arabasıyla ilerlemeye çalışıyor. Ve biz bu insanlara, “Buradan geçme” diyoruz fiilen.
Peki çözüm ne?
Çözüm; belediyenin ceza kesmesiyle sınırlı olamaz.
Çözüm; yalnızca zabıtayla yapılan denetimlerde aranamaz.
Çözüm; şehir kültüründe başlar.
Bu şehir hepimizin. Ve hep birlikte yaşıyoruz.
Kimsenin bir başkasının yaşam alanını daraltmaya, kaldırımı özel mülk gibi kullanmaya hakkı yok. Kamu alanı kutsaldır. Çünkü hepimize aittir.
Bugün dubayı koyan, yarın komşusunun hakkını gasp eder.
Bugün yol kenarını sahiplenen, yarın parkı çitle çevirmeye kalkar.
Bizim ihtiyacımız olan şey cezadan önce ortak bir bilinç, ortak bir şehir kültürü ve ortak bir vicdan.
İstanbul ancak o zaman gerçek anlamda İstanbul olur.