Recep Garip
Köşe Yazarı
Recep Garip
 

Hasan Aksay’la Bir Akşam Sohbeti

16 Nisan 2025 Çarşamba akşamı, saat 19.30 sularında telefonum çaldı. Arayan, kıymetli büyüğümüz, Eski Devlet Bakanlarından Hasan Aksay Beyefendi idi. Her aradığında içimde mahcup bir sızı belirir. Aslında araması gereken ben iken, onun nazik ve düşünceli tavrıyla beni araması, kendime dönüp utanmama vesile olur. Bugün de öyle oldu. Konuşurken bir yandan da elimden geldiğince notlar almaya çalıştım. Temennim, bu konuşmanın bir iz bırakması, bir işe yaramasıdır. Şu anda oğlu Mehmet Emin Aksay’ın Beylerbeyi’ndeki evinde olduğunu belirttiler. Yaklaşık 45 dakikayı bulan bu sohbet, sadece bir telefon konuşması değil, aynı zamanda bir hatıralar geçidi, bir gönül sohbetiydi. Bildiğiniz gibi Hasan Aksay, merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın en yakın mesai arkadaşlarından biridir. Şu anda 96 yaşında olmasına rağmen hafızası hâlâ dipdiri, maşallah. Rabbim sağlıklı ve bereketli ömürler ihsan eylesin, nice sohbetlere ve eserlere ulaştırsın. Hasan Aksay Ağabey, zaman zaman anlatacak bir şeyleri olduğunda arar beni. Bu kez de defterde adımı görünce, “Bu bizim Recep, bakalım bizi tanıyacak mı?” diyerek aramışlar beni. Sesini tanıdığımızı fark ettiklerinde güzel bir gülüşle, “Maşallah, Recep Garip Bey kardeşim bizi tanıdılar” diye iltifat ettiler. Söz döndü dolaştı Necip Fazıl’a geldi. Vefatından dört beş gün önce kendisini aradığını anlattı. “Siz bana kıymet vermediniz” demiş Necip Fazıl. “Bu milletin önüne çıkıp ümmet olmalarına katkı sunan güzel insanlardan daha değerlisi yoktur” diye devam etti Hasan Aksay Ağabeyim. O an, Üstat Necip Fazıl’ın sesini duyar gibi oldum. Hasan Bey’in dudaklarından dizeleri dökülüyordu: “Sakarya saf çocuğu masum Anadolu’nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun. Sen ve ben gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız, Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız...” Bir başka hatırasını anlattı ardından. Lahor Camii’nde abdest almak için ceketini çıkarıp askıya astığı bir günü... Bir delikanlı yaklaşmış, “Ceketinizi ben tutayım” demiş. Hasan Bey’in aklına hemen başka bir hatırası gelmiş: Üsküdar Yeni Valide Camii’nde benzer bir şekilde ceketini askıya asmış. Abdest alırken birileri ceketinin cebinde ne var ne yok, hepsini alıp gitmiş. Ne cüzdanı ne de kimliği kalmamış. O an içinden “Eğer bu çocuk da ceketimin cebini boşaltacaksa, boşaltsın” deyip ceketini uzatmış. Lahor’daki toplantı, uluslararası önemli bir toplantıymış. Muammer Kaddafi ve Kral Faysal da katılmışlar. Abdest aldıktan sonra genç adam ceketini giydirip evinde bir ikramda bulunmak için yalvarıp yakarmış. Hasan Aksay Beyefendi onu kıramamış. Tanımadığı bir delikanlının evine gitmemek için içinden çeşitli düşünceler geçmiş. Ama “Adam Allah rızası için bir ikramda bulunmak istiyor. Beni tanımadığım bir memlekette bir yerde öldürüp atıverse şehit olurum” deyip gitmiş onunla. Delikanlı yolda giderken iki adet portakal almış. İkisini de kendi elleriyle soyup Hasan Bey’e zorla yedirmiş. Birini kendisinin yemesi için ısrar etse de yer gibi yapıp hepsini Hasan Bey’e ikram etmiş. Bilirsiniz, İbrahim Hakkı Erzurumi’nin “Marifetname”sini... Şöyle bir dörtlüğü aklıma geldi paylaşayım diyerek okudular: “Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler. Arif anı seyreyler, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” Sonra konuyu değiştirdiler. Bana “Neler yapıyorsun şimdilerde?” diye sordular. Ben de yakında “Duruş Yayınları”ndan yayınlanacak olan, İslam düşüncesi ekseninde kaleme aldığım “Tefekkür Kalesi” kitabımdan bahsettim. Kendileri de, yeni yayımlanan kitabı “Hilalin Aydınlığında”nın Mahya Yayınları’ndan çıktığını, yakında ikinci kitabı “Yol Azığı”nın da yayınlanacağını söylediler. “Cennetten çıktık,” dedi. “Bu dünyadan gerçek cennete gideceğiz. Şimdi onun hazırlığını yapıyoruz.” Kur’an’dan ayetler okudu: “Allah, bilmediklerinizi size öğretti...” “Vate’simû bi hablillâhi cemî’an ve lâ teferrekû...” Müslümanlara faydalı olmanın, Müslümanların asli görevi olduğunu söylediler. Tam bu noktada Necip Fazıl’ın sesi bir kez daha Hasan Bey’in hatıralarına karıştı: “Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın! Hey gidi küheylan, koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” Doktor kan sulandırıcı vermiş, ona da biraz içerlemiş gibi: “Tek gözle ölene kadar göreceksin,” demişler. “Oysa iyi kötü iki gözle görüyordum. Recep’im, sen gelirsen merak etme, seni tek gözle de olsa tanırım,” diyerek güldüler. En kısa zamanda huzurlarında olacağımı ifade ettim. “Şimdi çocuklar yazıyor, kızım Tuba Hanım not alıyor, Betül de İmam Hatip’te dünya çapında birinci oldu,” dedi gururla. “İmam Hatipli olmak...” dedi ve durdu. “İlahiyatlı olmak... Rabbimizin bizlere bir ikramıdır, korumasıdır Recep Beyciğim,” diyerek sözlerini sürdürdüler. 1961 yılında milletvekili olduğunda yaşının tutmadığını ama Müslümanlara hizmet gayesiyle yola çıktığını anlattılar. O yaşlarda “Vahdet” adında bir gazete çıkarmış. Resmi müracaatta yaşı küçük olduğu için, “Sen dergi çıkaramazsın,” demişler. Abisi, “Güzel bir şey yapacaksan, yaşını büyütelim,” demiş. Adana İmam Hatip’te hem “Vahdet” hem de “Hilal” adlı mecmuaları çıkarmış. Osmaniye’de lise müdürlüğü yapmış. 1975’te Kayseri’de öğretmen olmuş. Bir süre sonra kız lisesinde müdürlük yapmış. Milli Eğitim’den gelenler görev değişikliği yapınca, başka bir yere tayin olmuş. Haruniye’de dört sayfalık Hilal gazetesini, tek sayı da olsa yayınlamış. Gayret ve çabasına hayranlık duymamak mümkün değildir. Asla pes etmemişler, geriye adım atmamışlar. Ben de “Adana İmam Hatip mezunuyum,” dediğimde, “Biliyorum,” dediler. “Duvar gazetesi bizde yayınladık. Sonra dergiler çıkardık: “Alemara, Yeni Sıla, Pulsuz, Çınar vs.” Bir de gençlerle camilere gitme kararlarını anlattılar: “Camiye giden genç yoktur diye takkemizi takıp cami cami dolaşalım” diyerek karar aldık ve uygulamaya başladık. Kurtuluş Camii’ne gitmişler. Rahmetli Başbakanlarımızdan Adnan Menderes ile karşılaşıp uzun uzun sohbet etmişler. Menderes rahmetli, “Özel kaleme gel. Ben İlahiyat Cemiyeti Başkanı’yım diye görüşme talebinde bulun, seninle görüşeceğim. Ne problemleriniz varsa çözeceğim,” demiş. “Tevfik İleri’yle hallediyoruz efendim,” demiş Hasan Bey ama yine de “Zatıâlinizden emir almak isterim” dediğinde, “Tamam, özel kalemimle görüşüp bana mutlaka ulaş,” demiş Menderes. O an Mehmet Akif’in şu mısraları gönlümde yankılandı diyerek okudular: “Sahipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” Bir zamanlar tarlada çift sürüp sonra camide vaaz verdiğinden bahsetti. Yeniköy’e gidip orada da konuşmalar yapmış. Halkın teveccühü çok olmuş. İki yaşlı adam, “Sen imam mı oldun?” demişler. “Oldum,” deyince, “Müftünün çocukları akıllı çıktı,” diye gıyaben konuşurlarmış. Müftü Hocaya sorduklarında, “Okuyor, okuyor, okuyor,” dedikleri Hasan Aksay imiş. Artık İmam Hatip olmuş demişler. Halkımız bunun ne anlama geldiğini o vakitler pek idrak edememişlerdi. “Bizler bunu doğru anlatmalıyız, değil mi Recep Garip Beyciğim? Hakkını helal et, tereciye tere sattık galiba,” diyerek kalbimi aldılar. Yorulmuşlardı. Bir başka görüşmede buluşmak üzere Allah’a ısmarladık birbirimizi. Ellerinden öperek telefonu kapatmasını bekledim. “Politikacı olmak kolay değildi. Allah bizi mecbur etti,” dediler. “O vakitler Ülkemizde Müslümanlar adına konuşacak kimseler yoktu. Biz de öyle çıktık bu yola...” Ve yine merhum Mehmet Akif’in sarsıcı sesiyle bitirdiler: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem, Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...”
Ekleme Tarihi: 08 May 2025 - Thursday
Recep Garip

Hasan Aksay’la Bir Akşam Sohbeti

16 Nisan 2025 Çarşamba akşamı, saat 19.30 sularında telefonum çaldı. Arayan, kıymetli büyüğümüz, Eski Devlet Bakanlarından Hasan Aksay Beyefendi idi. Her aradığında içimde mahcup bir sızı belirir. Aslında araması gereken ben iken, onun nazik ve düşünceli tavrıyla beni araması, kendime dönüp utanmama vesile olur. Bugün de öyle oldu. Konuşurken bir yandan da elimden geldiğince notlar almaya çalıştım. Temennim, bu konuşmanın bir iz bırakması, bir işe yaramasıdır.

Şu anda oğlu Mehmet Emin Aksay’ın Beylerbeyi’ndeki evinde olduğunu belirttiler. Yaklaşık 45 dakikayı bulan bu sohbet, sadece bir telefon konuşması değil, aynı zamanda bir hatıralar geçidi, bir gönül sohbetiydi. Bildiğiniz gibi Hasan Aksay, merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın en yakın mesai arkadaşlarından biridir. Şu anda 96 yaşında olmasına rağmen hafızası hâlâ dipdiri, maşallah. Rabbim sağlıklı ve bereketli ömürler ihsan eylesin, nice sohbetlere ve eserlere ulaştırsın.

Hasan Aksay Ağabey, zaman zaman anlatacak bir şeyleri olduğunda arar beni. Bu kez de defterde adımı görünce, “Bu bizim Recep, bakalım bizi tanıyacak mı?” diyerek aramışlar beni. Sesini tanıdığımızı fark ettiklerinde güzel bir gülüşle, “Maşallah, Recep Garip Bey kardeşim bizi tanıdılar” diye iltifat ettiler. Söz döndü dolaştı Necip Fazıl’a geldi. Vefatından dört beş gün önce kendisini aradığını anlattı. “Siz bana kıymet vermediniz” demiş Necip Fazıl. “Bu milletin önüne çıkıp ümmet olmalarına katkı sunan güzel insanlardan daha değerlisi yoktur” diye devam etti Hasan Aksay Ağabeyim. O an, Üstat Necip Fazıl’ın sesini duyar gibi oldum. Hasan Bey’in dudaklarından dizeleri dökülüyordu:

Sakarya saf çocuğu masum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun.
Sen ve ben gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız,
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız...

Bir başka hatırasını anlattı ardından. Lahor Camii’nde abdest almak için ceketini çıkarıp askıya astığı bir günü... Bir delikanlı yaklaşmış, “Ceketinizi ben tutayım” demiş. Hasan Bey’in aklına hemen başka bir hatırası gelmiş: Üsküdar Yeni Valide Camii’nde benzer bir şekilde ceketini askıya asmış. Abdest alırken birileri ceketinin cebinde ne var ne yok, hepsini alıp gitmiş. Ne cüzdanı ne de kimliği kalmamış. O an içinden “Eğer bu çocuk da ceketimin cebini boşaltacaksa, boşaltsın” deyip ceketini uzatmış.

Lahor’daki toplantı, uluslararası önemli bir toplantıymış. Muammer Kaddafi ve Kral Faysal da katılmışlar. Abdest aldıktan sonra genç adam ceketini giydirip evinde bir ikramda bulunmak için yalvarıp yakarmış. Hasan Aksay Beyefendi onu kıramamış. Tanımadığı bir delikanlının evine gitmemek için içinden çeşitli düşünceler geçmiş. Ama “Adam Allah rızası için bir ikramda bulunmak istiyor. Beni tanımadığım bir memlekette bir yerde öldürüp atıverse şehit olurum” deyip gitmiş onunla. Delikanlı yolda giderken iki adet portakal almış. İkisini de kendi elleriyle soyup Hasan Bey’e zorla yedirmiş. Birini kendisinin yemesi için ısrar etse de yer gibi yapıp hepsini Hasan Bey’e ikram etmiş. Bilirsiniz, İbrahim Hakkı Erzurumi’nin “Marifetname”sini... Şöyle bir dörtlüğü aklıma geldi paylaşayım diyerek okudular:

Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler.
Arif anı seyreyler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Sonra konuyu değiştirdiler. Bana “Neler yapıyorsun şimdilerde?” diye sordular. Ben de yakında “Duruş Yayınları”ndan yayınlanacak olan, İslam düşüncesi ekseninde kaleme aldığım “Tefekkür Kalesi” kitabımdan bahsettim. Kendileri de, yeni yayımlanan kitabı “Hilalin Aydınlığında”nın Mahya Yayınları’ndan çıktığını, yakında ikinci kitabı “Yol Azığı”nın da yayınlanacağını söylediler.

Cennetten çıktık,” dedi. “Bu dünyadan gerçek cennete gideceğiz. Şimdi onun hazırlığını yapıyoruz.” Kur’an’dan ayetler okudu: “Allah, bilmediklerinizi size öğretti...”
“Vate’simû bi hablillâhi cemî’an ve lâ teferrekû...” Müslümanlara faydalı olmanın, Müslümanların asli görevi olduğunu söylediler. Tam bu noktada Necip Fazıl’ın sesi bir kez daha Hasan Bey’in hatıralarına karıştı:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Doktor kan sulandırıcı vermiş, ona da biraz içerlemiş gibi: “Tek gözle ölene kadar göreceksin,” demişler. “Oysa iyi kötü iki gözle görüyordum. Recep’im, sen gelirsen merak etme, seni tek gözle de olsa tanırım,” diyerek güldüler. En kısa zamanda huzurlarında olacağımı ifade ettim. “Şimdi çocuklar yazıyor, kızım Tuba Hanım not alıyor, Betül de İmam Hatip’te dünya çapında birinci oldu,” dedi gururla. “İmam Hatipli olmak...” dedi ve durdu. “İlahiyatlı olmak... Rabbimizin bizlere bir ikramıdır, korumasıdır Recep Beyciğim,” diyerek sözlerini sürdürdüler.

1961 yılında milletvekili olduğunda yaşının tutmadığını ama Müslümanlara hizmet gayesiyle yola çıktığını anlattılar. O yaşlarda “Vahdet” adında bir gazete çıkarmış. Resmi müracaatta yaşı küçük olduğu için, “Sen dergi çıkaramazsın,” demişler. Abisi, “Güzel bir şey yapacaksan, yaşını büyütelim,” demiş. Adana İmam Hatip’te hem “Vahdet” hem de “Hilal” adlı mecmuaları çıkarmış. Osmaniye’de lise müdürlüğü yapmış. 1975’te Kayseri’de öğretmen olmuş. Bir süre sonra kız lisesinde müdürlük yapmış. Milli Eğitim’den gelenler görev değişikliği yapınca, başka bir yere tayin olmuş. Haruniye’de dört sayfalık Hilal gazetesini, tek sayı da olsa yayınlamış. Gayret ve çabasına hayranlık duymamak mümkün değildir. Asla pes etmemişler, geriye adım atmamışlar.

Ben de “Adana İmam Hatip mezunuyum,” dediğimde, “Biliyorum,” dediler. “Duvar gazetesi bizde yayınladık. Sonra dergiler çıkardık: “Alemara, Yeni Sıla, Pulsuz, Çınar vs.” Bir de gençlerle camilere gitme kararlarını anlattılar: “Camiye giden genç yoktur diye takkemizi takıp cami cami dolaşalım” diyerek karar aldık ve uygulamaya başladık. Kurtuluş Camii’ne gitmişler. Rahmetli Başbakanlarımızdan Adnan Menderes ile karşılaşıp uzun uzun sohbet etmişler. Menderes rahmetli, “Özel kaleme gel. Ben İlahiyat Cemiyeti Başkanı’yım diye görüşme talebinde bulun, seninle görüşeceğim. Ne problemleriniz varsa çözeceğim,” demiş. “Tevfik İleri’yle hallediyoruz efendim,” demiş Hasan Bey ama yine de “Zatıâlinizden emir almak isterim” dediğinde, “Tamam, özel kalemimle görüşüp bana mutlaka ulaş,” demiş Menderes. O an Mehmet Akif’in şu mısraları gönlümde yankılandı diyerek okudular:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Bir zamanlar tarlada çift sürüp sonra camide vaaz verdiğinden bahsetti. Yeniköy’e gidip orada da konuşmalar yapmış. Halkın teveccühü çok olmuş. İki yaşlı adam, “Sen imam mı oldun?” demişler. “Oldum,” deyince, “Müftünün çocukları akıllı çıktı,” diye gıyaben konuşurlarmış. Müftü Hocaya sorduklarında, “Okuyor, okuyor, okuyor,” dedikleri Hasan Aksay imiş. Artık İmam Hatip olmuş demişler. Halkımız bunun ne anlama geldiğini o vakitler pek idrak edememişlerdi.

“Bizler bunu doğru anlatmalıyız, değil mi Recep Garip Beyciğim? Hakkını helal et, tereciye tere sattık galiba,” diyerek kalbimi aldılar. Yorulmuşlardı. Bir başka görüşmede buluşmak üzere Allah’a ısmarladık birbirimizi. Ellerinden öperek telefonu kapatmasını bekledim. “Politikacı olmak kolay değildi. Allah bizi mecbur etti,” dediler. “O vakitler Ülkemizde Müslümanlar adına konuşacak kimseler yoktu. Biz de öyle çıktık bu yola...” Ve yine merhum Mehmet Akif’in sarsıcı sesiyle bitirdiler:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.