İnsanın kendine dönüşü, çoğu zaman bir kırılmanın ardından başlar. Çünkü kişi ancak sarsıldığı yerde derinleşir; yüzleşmek zorunda kaldığı noktada kendine yaklaşır.
Mühim olan köşeleri hemen törpülemek ya da katılıklarımızı zorla esnetmek değildir. Öncelik, onların neden orada olduğunu anlayabilmektir. Köşelerimiz de, garipsediğimiz o aşırı esnekliklerimiz de aslında kırılganlığımızın haritasıdır; nereye dokunulduğunda canımızın yandığını ve neleri can havliyle korumaya çalıştığımızı gösterirler.
İnsanın kendini ve ötekini tanıma biçimi, durgun denge noktalarından ziyade uçlarda, sınır deneyimlerinde belirginleşir. Varoluş; bireyin esnediği, köşelendiği, kırıldığı ve yeniden biçimlendiği o kriz noktalarında görünür hale gelir. Kişiliğin derinleri, ancak bu çatlaklardan sızarak kendini ifşa eder. Bu nedenle, çok konuştuğumuz ya da tamamen sustuğumuz alanlar gibi "dengesizlik anları", kimliğimizin en geçirgen sınırlarını oluşturur.
Kendimizi arıyorsak, o uçlara çıkmak zorundayız.
• Nerede en güçlüyüz, nerede gücümüzü tamamen kaybediyoruz?
• Sesimiz en çok nerede gür çıkıyor, nerede boğazımıza düğümleniyor?
• En hisli ve en hissiz olduğumuz anlar hangileri?
• Ne oluyor da dengemizi kaybediyoruz?
Bu uçlar bizim yol haritamızdır. Çünkü uçların bize gösterdiği şey yalnızca kırılganlığımız değil, aynı zamanda kendimizi nasıl savunduğumuzdur. Birey uçlarda sadece kırılmaz; aynı zamanda en ilkel ve en dürtüsel savunmalarını devreye sokar. İşte tam bu noktada, "hayatta kalan" yanımız görünür hâle gelir; kişi kendi karanlığıyla ve savunma stratejileriyle yüzleşerek özüne bir adım daha yaklaşır.
Çoğu kez bizi kıranları anlamaya hevesliyizdir. Ancak bizi kıran şeyin bize hükmetmesine izin verirken, bizi korumaya çalışan yanımızla kavga halindeyizdir yahut o yanımızdan tamamen bihaberizdir. Oysa her susuşumuz, her kaçışımız, her öfke çığlığımız ya da yersiz sırnaşmamız; özünde kendimizi korumamıza hizmet eder. Bedenin temel görevi hayatta kalmaktır ve bu biyolojik yasa, ruhsal sistemimize de sirayet etmiştir. İçimizde bir şeyleri canlı tutmak için devasa savunma mekanizmaları inşa ederiz.
Hatta bu uğurda duygularımızı düşüncelerimizin kölesi yaparız. Kendimizi travmatik bir bağ ile yönetiriz. Bazen bir kişiyi zihnimizde idealize eder, sırf düşüncelerimizle yarattığımız o imgeye sevgi besleriz. Bazen de –kaçıngan bir bağımız varsa– her şey yolunda gitse bile zihin "kaç" komutu verir; duygudan sıyrılmak için sudan sebepler üretir, düşünceyi derinleştirerek hissizleşiriz.
İnsanın kendi varlığını tanıma süreci tam da burada; uçlarda yaşadığı bu deneyimlerin ve verdiği otomatik tepkilerin çözümlemesinde yatar. Dengeyi kaybettiğimiz, sesimizin yükseldiği ya da tamamen sustuğumuz yerler, benliğimizin sınır çizgilerini görünür kılar. "Uçlar" yalnızca bir sarsılma anı değil, kalkanlarımızı fark etme alanıdır.
İşte o noktada durup sormak gerekir: Eylemlerimizi çevreleyen bu kalkanların kaçı gerçekten bize ait? Kaçı elimize tutuşturuldu? Kaç tanesinin farkındayız? Verdiğimiz kararların, aldığımız aksiyonların kaç tanesini her şeyden soyutlanmış şekilde, en çıplak halimizle verdik?
Belki de o en çıplak halimizle hiç karşılaşmadık... Dönüşüm, ancak o kalkanları indirmeyi göze aldığımızda ve her şeyden sıyrıldığımızda geriye kalan o "dip ben"i tanımaya cesaret ettiğimizde yani karanlıklarımızla da barıştığımızda başlar.
Belki de korktuğumuz şey savaş değil, barıştır. Çünkü savaşta ne yapacağımızı biliriz: tüm kozlarımızı oynarız. Ama zırhlar indiğinde ve sessizlik başladığında karşılaşacağımız o "dip ben" ile ne konuşacağımızı henüz bilmiyoruzdur. Ve belki de tüm yolculuk, o "dip ben" ile tanışıp, onu zırhsız da hayatta kalabileceğine ikna etmekten ibarettir.