Özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin ardından kurulan Türk Devletinin, her daim bir destan gibi konuşulmuş "derin devlet" meselesi, öyle zannedildiği gibi ayrı, gizli bir kurum şeklinde tezahür etmemiş. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türk milleti, bu konunun derinliğini zaten özünde barındırıyordu. Kurucularımız ayrı bir yapıya ihtiyaç duymadı. Çünkü Türk milleti; ismi gibi 'kuru' (rutubetsiz), sağlıklı ve güçlü kaldıkça, derinlik isteyen meseleleri çözmekte zorlanmayacaktı.
Çözememe ihtimali ise; ancak milletin sağlığını kaybetmesiyle mümkün olabilirdi.
Teknoloji ve bilim çağında sağlıklı kalabilmenin yolu şüphesiz ekonomidir. Yaratıcılığı yüksek fabrikalar, teknoloji merkezleri ve verimli tarlalar çağın yeni kaleleridir. Tarımdan sanayiye, her bir üretim alanı, milletin varlık kalesidir.
Ve ne yazık ki, bu kaleler sarsılıyor. 2025 yılının ilk altı ayında 553 firmamız iflas açıkladı. İlk dokuz ayında ise 4.424 konkordato başvurusu yapıldı. Sanayiden tarıma tüm sektörlerde sıkıntılar her geçen yıl katlanarak artıyor.
Özellikle tarım ve hayvancılık, yani köklerimizden ne yazık ki kopuyoruz. Yapılan araştırmalarda çiftçilik yapanların ortalama yaşı 59'a yükselmiş durumda. Artık gençler gıda üretimiyle, mahsul ile ilgilenmiyor. Toplumların temel ihtiyacı olan gıdayı üretme vizyonu, sağlıklı bir millet oluşturma kutsal görevinin onuru gençlere cazip gelmiyor. Onur, gelişim bir yana, bu mesleğin "aşağı" olduğu düşünülmeye başlanmış.
Elbette bu bir anda olmadı. Yıllardır çiftçilik, değer görmeyen ve para kazandırmayan bir meslek haline getirildi. İnsanlar "Ben köylüye efendi diyemem" gibi söylemlerle büyütüldü. Gençlerin köyden ilçeye geçmesi, köydeki ilk okulların kapatılmasıyla başladı. Konunun buralara geleceğini tecrübeli çiftçilerimiz, gazetecilerimiz ve iş insanlarımız defalarca dile getirmişti. Ekip biçen, hayvan bakan köylülerimiz motivasyonsuz ve kazançsız bırakıldı; zarar eder hale geldi. Geçmişte hasat zamanı yemekli, ağırlamalı düğün yapabilen çiftçilerimiz, artık kazandığı para ile bir nikah kıyacak gücü bile bulamıyor.
Diğer yandan, eski gelenekleri yaşatma, misafirlerini doyurma ve eşe dosta mahcup olmama arzusu devam ediyor. Bu baskıyla, çiftçi gidip toprağını, atasından kalan emanetini, mirasını satıp çocuğu evlendirmeye çalışıyor.
Çiftçiler, artan gübreye, mazota, maliyetlere yetişemiyor. Çağın gereklerine uygun üretmek, modern çiftçilik yapmak istiyor. Ama ekonomi, tarımsal politikalar müsaade etmiyor.
Ki daha dört gün önce bir devlet büyüğünün dikkat çektiği iki konudan birisi “Gıda Arzındaki Daralma” oldu. Yani gıda üretimimizin azaldığı, dışa bağımlı ve ithal odaklı bir gıda politikasına geçmenin getirdiği sorunlara değinilmiş oldu.
Organik tarım ve benzeri projeler için Avrupa kredileri geliyor, ancak bunlar gerçek sahiplere, yani çiftçilik mesleğini sürdürenlere çok az ulaşıyor. Tarımcılık mesleğinden olmayanlar krediyi alıp, kısa süre sonra kapatıp gidiyor. Bu döngü, kalelerimizi içeriden yıpratıyor.
Diğer taraftan, bir süredir “büyük çiftçilik” adı altında bir söylem tutturulmuş gidiyor. Binlerce dönüm arazinin tek bir kişiye ait olması, çiftçiliğin kurumsallaşması gerektiği savunuluyor. Anlaşılıyor ki kurumsallaşmanın amacı bile tam olarak anlaşılamamış.
Kurumsallaşma denilen süreçler zinciri; halkı güçlü, sağlıklı, besili ve motive tutabilmek içindir. Geliri tabana daha fazla yayabilmek içindir. Ve çiftçilikte en sağlıklı kurumsal kalabilme formülü zaten binlerce yıllık insanlık tecrübesiyle bulunmuştur: Köy.
Tekrar Amerika’yı keşfetmeye, yeni yüksek maliyetli denemelere gerek yok. 10.000 yıldır bu topraklar ekilip biçiliyor. Çok fazla tecrübe elde edilmiş. Bu düzende her ailenin kendi arazisi vardır, ancak ekip biçme günü geldiğinde köy olarak hareket edilir. Burada kurumsallaşma süreçleri, karşımıza “İmece” ve “Kooperatif” adıyla çıkar. Çünkü büyük resimden bakışla önemli olan; her bir ailenin kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Çiftçilerin bu bağımsızlığı ve tatlı rekabeti; üretimin hem kaliteli hem de sağlıklı olması bakımından kritik öneme sahiptir. Çiftçilerin tamamı, bir otoriteye bağlı olmadan özgürce, özüne uygun, yıllanmış tecrübe ve bilgi birikimiyle fikir üretebilmelidir.
Tek bir kişide arazileri birleştirip, geliri tek elde toplamak ve ona çalışan işçiler ya da eski adıyla ırgatlar yaratmak; Orta Çağ’ın feodal düzeni veya Orta Doğu’nun aşiret düzenidir. Orada fikirler gelişmez. Kişiye iş ve aş sağlayana “biat” sistemi hortlatılmış olur. Hatta geçmişte, konunun “öl deyince öleceksin” misyonuna evrildiği de görülmüştür. Ekonomik bağlılık, sorgusuz bağlılığı yaratır.
Bu arada “biat” genellikle “itaat” ile karıştırılır. İtaat Türklerde, Fransızlarda anlaşıldığı şekliyle ‘boyun eğme’ anlamında kullanılmaz. Türklerde itaat; yasaya ve görev bilincine uyup, görevini doğru yapana gösterilen hürmettir. Oysa biat, koşulsuz boyun eğmedir.
Bu toprakları tek elde toplama düzeni, aşiret düzenidir. Mustafa Kemal Paşa’nın “toprak reformu” ile bozduğu bir düzendir. Bugün tarımda kurumsallaşma adı ile toprakları tek elde toplamı sistemi, aşiretçiliğin modern ifadesidir. Birey olma, yani bir oy, bir fikir, kendi fikrini geliştirme özgürlüğünü ve bağımsızlığını kişinin elinden almaktır.
Sadece çiftçilikte değil, lokomotif sektörümüz tekstilde de durum aynı. Piyasada fiyat tutturabilen kalmadı denilebilir. Eskiden sadece ihracatçılar, o da dönemsel olarak fiyat tutturma sorunu yaşardı. Bugün iç pazara çalışanlar dahi aynı sorunu yaşıyor.
Bildiğiniz gibi pandemi dönemi ekonomik olarak bizim için önemli bir fırsat yaratmıştı. Çin, Tayland, Vietnam gibi ülkeler 3’er ay çalışmayı durdururken, biz hiç ara vermedik. Böylece özellikle Avrupa pazarından ciddi siparişler aldık. 10 kişi çalışan atölyelerimiz kısa sürede 500 çalışana kadar çıktı. Beş makinesi olan yüz makineye ulaştı. Artık tek yapılması gereken kurum haline gelmek, müşteri memnuniyetini düşürmemek ve müşteriyi elde tutmayı başarmaktı.
Ama olmadı. Ülkenin yapısal sorunları nedeniyle maliyetleri tutturma imkânı kalmamıştı. Doları, faizi baskılama politikaları, enflasyonu coşturdu. Firmaların da maliyetleri astronomik düzeyde arttı.
Mecburen müşterilerine zamlı fiyat bildirmek zorunda kaldılar. Avrupalı müşterisine on dolara yaptığı montu on iki dolara satmaya kalkınca da olanlar oldu. Çünkü gelişmiş ülkelerde temel insani göstergelerden biri de fiyat istikrarıdır. Fiyat istikrarsızsa; orada ani değişen kararlar alınıyor demektir. Denetimsizlik, kontrolsüzlük yaygın demektir. Kalite düşmekte demektir. Bu durum, pazarın geleceğinin olmadığının göstergesi kabul edilir. Ve haliyle, müşteriler güven veren, istikrarlı ülkelere kayar.
Ne yazık ki bizde de durum bu oldu.
Pandemi ile büyümüş, yüksek fiyatlara makineler satın almış firmaların tezgahları artık çalışmıyor. Elde kalan çok sayıda makine var. Üçte bir fiyatına satmaya çalışıyorlar ama alıcı bulamıyorlar. Fabrikadan, atölyeden taşımak için çağrılan vincin kira maliyeti, makinenin bedelinden yüksek çıkıyor. Hükmetme kaygıları, yapısal ekonomik sorunlar, doları sabit tutma çabaları, KKM, yüksek enerji (elektrik, doğalgaz, benzin) maliyetleri, vergi ve ceza zamları; binlerce gıcır gıcır makineyi hurdaya çevirdi. Yerli üretim pahalılaşınca ithal mal ucuz kaldı. Amerikalının, Hollandalının çiftçisi güldü. İthal pazar uygun hale gelince yerli üretim azaldıkça azaldı.
Şu anda piyasada yoğun iş yapan üreticiler de var. Ancak tedarikçiler onlarla iş yapmaya korkuyor. Çünkü bu firmalar, rekabetçi görünmek adına enflasyonla eriyen sermayeleriyle malını zararına satıyorlar. Örneğin, malın piyasa ederi dokuz TL iken, üretici on TL'nin altına mâl edemediği ürünü dokuza satıyor.
Diğer taraftan TÜİK, üreticilere her ay düzenli yazılı fiyat sorgulaması yapıyor. Bildirmezsen cezası var diyor. Sanki tüccarın tepesinde "fiyat yükselteni tespit komisyonu" gibi dikiliyor.
Bu arada o yoğun iş yapan, on liraya mâl edip dokuz liradan satanlar; ya müşteri listesini kaybetmemek, kurumsal firma değerini düşürmemek için bir süre sermayeden yemeyi göze alıyorlar, ya da hammadde alıp üretip satarak, tedarikçiye ödemeyi geciktirmek için uygun finans kaynağı sağlamak amacıyla konkordato talebine gidiyorlar. Piyasada bu durumu çok defa tecrübe ettiği için, yoğun çalışanlara şüpheyle bakıyorlar.
Piyasalar sadece “Para Politikaları” ile yönetilmeye çalışıldığında ne yazık ki bu sonuçlar kaçınılmaz oluyor.
Sağlıklı politika; elbette “Üretim” için uygulanan politikadır.
Bir piyasanın üretim politikası ile yönetildiğini anlamak kolaydır...
“Üretim Politikaları” ile yönetilen bir piyasada; işsizlik oranları düzenli düşer. Dışa bağımlılık hızla azalır. Cari açık olmaz. Makineler çöp olmaz, kapasite kullanım oranları adım adım artmıştır. Katma değeri yüksek ürünler üretilmeye başlanmıştır. Mesela bu çağda, milyonlarca pazarı olan, herkesin talep ettiği, altyapısı yüksek, güvenilir, estetik, yüzde yüz yerli bir cep telefonu, yapay zekâ markası mutlak olur. Verimlilik politikaları olur. “Kısıtlı kaynakla daha fazla nasıl üretebilirim?” sorusunun cevabı bulunmuş ve gelişim sürekli kılınmıştır.
Ticareten iş, aş çözmeye odaklanmaya çalışırken; Türkiye’den pay almış bir Kürdistan haritası çizdiren, bununla pul yaptıran Barzani Cizre’de, Türkler; Rum, Ermeni, Kürtlere soykırım yapmış diyen Papadan el almış başka bir Papa İznik’te ayin yaptı. Üretim kalesi zayıflayınca, dış baskılara için alan açılmış gibi…
Gençler iş bulamayıp başka ülkelere gidiyor ya da gitmeye çalışıyor. Kazancın oluşamadığı, maaşın geçindirmediği piyasada aile kuramıyor. Az sayıda evlenebilen de bakamayacağını düşündüğünden çocuk düşünemiyor. Ve nüfusumuz, çalışma gücü ve büyüme sağlamadan hızla yaşlanıyor.
En temel öğretimizdir. Biliriz ki aile olmazsa millet olmaz. Millet olmazsa hükümet, devlet olmaz. Umalım ki! "derin devlet" kabul edilmiş milletin gururu ile daha fazla oynanmaz.