Tayfun Kaya
Köşe Yazarı
Tayfun Kaya
 

Küçüğe Ödetilen Bedel…

Faiz, faydasız bırakmanın ifadesi olmuştur; en açık tanımıyla “emeksiz emek”tir. Emek vermeden, emek vermiş gibi kazanç sağlamaktır. Bu duruma bilinçsiz hükmetme de eklenirse, emek verip kazananın emeğinden eksiltme sürecine dönüşür. Çalışmadan tüketme fırsatını kollamaya dönüşür. Bu durum tembelliği getirir, en kötüsü de ‘çalışmadan kazanma’ duyanları da fena özendirir. Faiz ödemek zorunda kalan ise; faydasız bırakılmanın kurbanıdır. “Emeksiz emek” kazancına özenen ya da yönlenen hükmedenin kendisi olursa, gaflet tabana yayılır. İşler karışır. Kredi alınır, tüketilir, tükettirilir. Faiz yakaya yapışır. Dış borç ile başkasının emeği tüketilir. Yatırıma dönüşmeyen borç, tüketime yöneldiğinde illa ki zamanında ödenemez. Yapılandırma talep edilir, borç katlanır. Ter dökmeden yenilen ekmek boğazlara düğümlenir. Ürettiğinden fazla tüketene kimse acımaz. Hak ettiğinden fazlasını tüketen mutlaka tükenir. Sırtına faiz yüklenenin emek vereceği üretim alanları adım adım kapanır; iflaslar artar. Sermaye, yükselen maliyet sebebiyle kâr edemez olur; bir diğer taraftan da yüksek enflasyonla erir. Kuruma kalmış küçük kârlar enflasyonu dahi karşılayamaz. Sermaye, kendini kurtarma umuduyla önce faize, sonra ranta sığınır. Üretim ve istihdam adım adım azalır. Emek yok olur, başkasının emeğini “emmek” kalır. Topluma kalan işler ise yoksulluk sınırının altında yaşamaya yetecek kadardır. Fransız Devrimi öncesinde olduğu gibi, “angarya” adıyla bilinen düzen kalır. Bundan önce Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward’ı ağırladığı yemekte anlatılan ve gerçekleştiği ifade edilen anıyı hızlıca hatırlayalım: Yemek yenmiştir. Sohbet edilmektedir. Sıra çay servisine gelmiştir. Çay servisi sırasında genç görevli tökezleyip fincanları düşürür. Kral, biraz da küçümseyerek “Bizde böyle şeyler olmaz” der. Atatürk’te yine gülümseyerek: “Milletime her şeyi öğrettim ama uşaklığı öğretemedim.” diye karşılık verir. Elbette bu yalnızca bir gurur ifadesi değildi. Aynı zamanda bir gerçeğin tespitiydi. TBMM’nin kuruluşunun ardından 1926’da okuma yazma oranı %8,6 iken, 1935’te %20’ye ulaşmıştı. Kısa sürede onca hastalığa, Osmanlıdan kalan borçları ödeme mesaisine, İngilizlerin kışkırttığı iç ayaklanmalara, imkansızlıklara rağmen eğitim konusunda da uzun mesafeler alınabilmişti. Uzun yıllar Ermeni ve Rum vatandaşların elindeki üretim alanlarına, eğitimlerinin ardından yavaşça Türklerde giriyordu. Uçak, denizaltı, enerji mühendisleri yetişmiş; Türkler petrol çıkartıyor, uçak üretiyor, denizaltı yapıyordu. Elbette Atatürk burada, İngiltere kralının Türkleri küçümsemesine müsaade etmemek için bu cümleyi kurmuştur. Ama hizmet sektöründen ziyade günün en teknolojik sektörlerinde büyüdüğümüzde bir gerçektir. Ne var ki bugün, istihdamın büyük bölümünü kurye, kasiyer, postacı, inşaat işçisi ve icra takip memuru gibi sektörler oluşturuyor; sanayi üretimi yapanların oranı ise hızla düşüyor. Fransız Devrimi öncesi dönemde gıda fiyatları oldukça yükselmişti. İnsanlar iş aş bulamıyordu. Az sayıda zengin, açlıktan kırılanları tarlalarda çalıştırıyor; kimi zaman yiyecek veriyor, kimi zaman onu bile vermiyordu. Açlık, düşünme yetisini köreltiyordu. İnsanlar bir parça ekmek ihtimali için her şeye razıydı. Bu düzenin adı da angaryaydı. O yıllarda Fransa’nın giderleri 600 milyon, gelirleri ise sadece 475 milyondu. “Gelirlerimiz azaldı, hadi harcamalarımızı da azaltalım” demiyorlardı. Kral ve çevresi lüksünden ödün vermeden yaşamaya devam ediyordu. Bolca borç alıyorlardı. Üç yıllık millî hasıla kadar borçlanmışlardı. 1,2 milyar borç olmuştu. Gelirin büyük bir kısmı faiz ödemesine gidiyor, ülke gelişimi için yatırım yapılamıyordu. İşte böyle! tüketmek için faizle borç almanın sonu hiç değişmedi, değişmeyecekte… Bizde 2026 bütçemizle 2,7 trilyon TL faiz ödeyeceğimizi açıkladık. Şöyle kısaca karşılaştırmak gerekirse: 2003–2018 arası 16 yılda toplam 1,1 trilyon TL faiz ödemişiz. 2026 dahil son 5 yılda ise 7 trilyon TL’den fazla… Oranı özetlersek: Faydasızlığın artışı 16 yılda “1” iken, 5 yılda “7” seviyelerine yükselmiş. Yıl ve tutar çarpanları kıyaslandığında yaklaşık 22 katlık bir artış olmuş. 16 yılda 1 olan rasyomuz, 16 yılda 22’ye fırlamış. Tarih boyunca bu sahneler kaç defa yaşandı: Faydasızlığa, işsizliğe ve yetersiz satın alma gücüne mahkûm edilenleri; konfor alanını koruma kaygısıyla görmek istemeyen azınlıktaki o güç sahipleri, faydasızlık çemberini daha da büyüttüler. Elbette ve her seferinde, tahribat sonunda onları da yakaladı. Konfor alanlı ömrünü sadece kısa bir süre uzatabilmişti. Sonunda onlarda yoklukla tanıştı. Yurt dışına kaçmakta kurtuluşları olmadı, bu seferde gurbet elde vatansızlığın acı gerçeğiyle yüzleştiler. Konfor alanını terk edip devrim niteliğinde girişimde bulunanlarsa unutulmadı: Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları gibi… Hepsi saraylarda, statülerinde, generallik üniformalarında gayet rahattı. İyi maaş alıyor, hizmetleri yapılıyordu. Ama halk ve toprak elden gidiyordu. Hiç düşünmeden o konforu bıraktılar, gerektiği yerde üniformayı da çıkardılar; Anadolu’da mücadeleye başladılar. Sonunda kazandılar. Halk hürriyetine kavuştu. Özgürce ve kendilerine çalışma imkânı buldular. İmkânsızlıklara rağmen üretmekten başka bir şey düşünmediler. Halk çalıştı, kazandı; kazandıkça motive oldu, daha çok çalıştı. Vergiler zamanında toplandı. Güven duyan halk, vergi kaçırma derdine hiç düşmedi. Bütçe fazlası verildi. Bu fazla da hızla halkın geleceği için yatırıma dönüştü. Bugünlerde ise yeni bir tebliğ yayınlandı. Tebliğe göre ‘para transferlerinde’ kademeli beyan zorunluluğu gelecek. Bir işlem yapmadan önce, neden paranı gönderdiğini açıklayacaksın. Örneğin ikinci el bir araç ya da ev almadan önce form doldurmak gerekecek. Form örneği yayımlanmadı; fakat zorunluluk varsa, “özel ve hatta garip” soruların olacağını tahmin etmek zor değil. Bu arada havale, transfer meblağı büyüdükçe belge, açıklama ve beyan da büyüyecek. Elbette amaç vergi takibi ve olası kaçakları önlemek. Bu, teknik açıdan “kural” değil, yasaklamaya yakın bir uygulama. Zira bu tip bir beyan zorunluluğu; üretimi yüksek, işsizliğin düşük, vergilerin bütçeyi karşıladığı, açıkların olmadığı, denetimin sağlıklı yürüdüğü ülkelerde sorun teşkil etmez. Milli sınırlar içinde yapılan bu para transferine beyan zorunluluğu, piyasanın hareketliliği ve ticareti azaltabilir. Diğer ülkelerde buna benzer örnekler vardır ama farklıdır: Mesela ABD’de yurtiçi transfere değil, yurt dışındaki hareketsiz bırakılmış paraya beyan zorunluluğu vardır. Yurt dışına çıkmış ve yıl içinde 10.000 dolar bakiyeyi geçen hesaplar için form doldurulur. Avrupa’da da 10.000 Euro için benzeri uygulama vardır. Orada devletin amacı şudur: “Paramı yurt dışına çıkardıysan, neden ticaret yapmıyor da bekletiyorsun? Faaliyete geçsin, kazansın, halkımın, ülkemin refahı artsın.” Yani görüldüğü gibi amaç tamamen hareketi teşvik etmek; bizdeki zorunluluk ise hareketsizliği özendirir nitelikte… Haliyle sorular da kaçınılmaz oluyor: Bu sistem üretimi artıracak mı, yoksa azaltacak mı? Ticari faaliyetleri ve pazarın döngüsünü hızlandıracak mı, yavaşlatacak mı? Halkın refahını artıracak mı, yoksa daha da düşürecek mi? Yoksa, yine mesela Altınordu Devleti’nin çöküş günlerinde yaşananların modern bir yansıması mı? 1257’de Tatarlar tüm Rus topraklarının sayımını yaptı; kimlerin vergi vereceği belirlendi. Sadece rahipler ve keşişler hatta Slav ayin usulü olanlar Altınordu’ya dua etmeleri koşuluyla muaf tutulmuştu. 1259’da güçlü Altınordu görevlileri Novgorod’a gelip vergileri bildirdiler. Yeni yükümlülükler, zaten yoksullaşmış halkı daha da ezdi. Tabi ki bölgenin kralı Altınordu devleti ile iyi geçinmesi gerekiyordu. Aleksandr Nevski, görevlileri “şeref kıtası” ile onurlandırdı; fakat şehir vakayınamesine şu kayıt düşüldü: “Büyükler, küçüklere bedel ödemelerini buyurmuşlardır. Böylece yaşam halk için güçleşirken, kendileri için oldukça kolaylaşacaktır.”
Ekleme Tarihi: 02 Aralık 2025 -Salı
Tayfun Kaya

Küçüğe Ödetilen Bedel…

Faiz, faydasız bırakmanın ifadesi olmuştur; en açık tanımıyla “emeksiz emek”tir. Emek vermeden, emek vermiş gibi kazanç sağlamaktır.
Bu duruma bilinçsiz hükmetme de eklenirse, emek verip kazananın emeğinden eksiltme sürecine dönüşür. Çalışmadan tüketme fırsatını kollamaya dönüşür. Bu durum tembelliği getirir, en kötüsü de ‘çalışmadan kazanma’ duyanları da fena özendirir.

Faiz ödemek zorunda kalan ise; faydasız bırakılmanın kurbanıdır.

“Emeksiz emek” kazancına özenen ya da yönlenen hükmedenin kendisi olursa, gaflet tabana yayılır. İşler karışır. Kredi alınır, tüketilir, tükettirilir. Faiz yakaya yapışır. Dış borç ile başkasının emeği tüketilir. Yatırıma dönüşmeyen borç, tüketime yöneldiğinde illa ki zamanında ödenemez. Yapılandırma talep edilir, borç katlanır. Ter dökmeden yenilen ekmek boğazlara düğümlenir.

Ürettiğinden fazla tüketene kimse acımaz. Hak ettiğinden fazlasını tüketen mutlaka tükenir. Sırtına faiz yüklenenin emek vereceği üretim alanları adım adım kapanır; iflaslar artar. Sermaye, yükselen maliyet sebebiyle kâr edemez olur; bir diğer taraftan da yüksek enflasyonla erir. Kuruma kalmış küçük kârlar enflasyonu dahi karşılayamaz. Sermaye, kendini kurtarma umuduyla önce faize, sonra ranta sığınır. Üretim ve istihdam adım adım azalır. Emek yok olur, başkasının emeğini “emmek” kalır.

Topluma kalan işler ise yoksulluk sınırının altında yaşamaya yetecek kadardır. Fransız Devrimi öncesinde olduğu gibi, “angarya” adıyla bilinen düzen kalır.

Bundan önce Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward’ı ağırladığı yemekte anlatılan ve gerçekleştiği ifade edilen anıyı hızlıca hatırlayalım: Yemek yenmiştir. Sohbet edilmektedir. Sıra çay servisine gelmiştir. Çay servisi sırasında genç görevli tökezleyip fincanları düşürür. Kral, biraz da küçümseyerek “Bizde böyle şeyler olmaz” der. Atatürk’te yine gülümseyerek:
“Milletime her şeyi öğrettim ama uşaklığı öğretemedim.”
diye karşılık verir.

Elbette bu yalnızca bir gurur ifadesi değildi. Aynı zamanda bir gerçeğin tespitiydi.

TBMM’nin kuruluşunun ardından 1926’da okuma yazma oranı %8,6 iken, 1935’te %20’ye ulaşmıştı. Kısa sürede onca hastalığa, Osmanlıdan kalan borçları ödeme mesaisine, İngilizlerin kışkırttığı iç ayaklanmalara, imkansızlıklara rağmen eğitim konusunda da uzun mesafeler alınabilmişti. Uzun yıllar Ermeni ve Rum vatandaşların elindeki üretim alanlarına, eğitimlerinin ardından yavaşça Türklerde giriyordu. Uçak, denizaltı, enerji mühendisleri yetişmiş; Türkler petrol çıkartıyor, uçak üretiyor, denizaltı yapıyordu.

Elbette Atatürk burada, İngiltere kralının Türkleri küçümsemesine müsaade etmemek için bu cümleyi kurmuştur. Ama hizmet sektöründen ziyade günün en teknolojik sektörlerinde büyüdüğümüzde bir gerçektir.

Ne var ki bugün, istihdamın büyük bölümünü kurye, kasiyer, postacı, inşaat işçisi ve icra takip memuru gibi sektörler oluşturuyor; sanayi üretimi yapanların oranı ise hızla düşüyor.

Fransız Devrimi öncesi dönemde gıda fiyatları oldukça yükselmişti. İnsanlar iş aş bulamıyordu. Az sayıda zengin, açlıktan kırılanları tarlalarda çalıştırıyor; kimi zaman yiyecek veriyor, kimi zaman onu bile vermiyordu. Açlık, düşünme yetisini köreltiyordu. İnsanlar bir parça ekmek ihtimali için her şeye razıydı. Bu düzenin adı da angaryaydı.

O yıllarda Fransa’nın giderleri 600 milyon, gelirleri ise sadece 475 milyondu. “Gelirlerimiz azaldı, hadi harcamalarımızı da azaltalım” demiyorlardı. Kral ve çevresi lüksünden ödün vermeden yaşamaya devam ediyordu.
Bolca borç alıyorlardı. Üç yıllık millî hasıla kadar borçlanmışlardı. 1,2 milyar borç olmuştu. Gelirin büyük bir kısmı faiz ödemesine gidiyor, ülke gelişimi için yatırım yapılamıyordu.

İşte böyle! tüketmek için faizle borç almanın sonu hiç değişmedi, değişmeyecekte…

Bizde 2026 bütçemizle 2,7 trilyon TL faiz ödeyeceğimizi açıkladık.
Şöyle kısaca karşılaştırmak gerekirse:
2003–2018 arası 16 yılda toplam 1,1 trilyon TL faiz ödemişiz.
2026 dahil son 5 yılda ise 7 trilyon TL’den fazla…

Oranı özetlersek:
Faydasızlığın artışı 16 yılda “1” iken, 5 yılda “7” seviyelerine yükselmiş.
Yıl ve tutar çarpanları kıyaslandığında yaklaşık 22 katlık bir artış olmuş. 16 yılda 1 olan rasyomuz, 16 yılda 22’ye fırlamış.

Tarih boyunca bu sahneler kaç defa yaşandı:
Faydasızlığa, işsizliğe ve yetersiz satın alma gücüne mahkûm edilenleri; konfor alanını koruma kaygısıyla görmek istemeyen azınlıktaki o güç sahipleri, faydasızlık çemberini daha da büyüttüler.
Elbette ve her seferinde, tahribat sonunda onları da yakaladı.
Konfor alanlı ömrünü sadece kısa bir süre uzatabilmişti.
Sonunda onlarda yoklukla tanıştı.
Yurt dışına kaçmakta kurtuluşları olmadı, bu seferde gurbet elde vatansızlığın acı gerçeğiyle yüzleştiler.

Konfor alanını terk edip devrim niteliğinde girişimde bulunanlarsa unutulmadı:
Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları gibi…
Hepsi saraylarda, statülerinde, generallik üniformalarında gayet rahattı. İyi maaş alıyor, hizmetleri yapılıyordu.
Ama halk ve toprak elden gidiyordu.
Hiç düşünmeden o konforu bıraktılar, gerektiği yerde üniformayı da çıkardılar; Anadolu’da mücadeleye başladılar.
Sonunda kazandılar.
Halk hürriyetine kavuştu. Özgürce ve kendilerine çalışma imkânı buldular.
İmkânsızlıklara rağmen üretmekten başka bir şey düşünmediler.

Halk çalıştı, kazandı; kazandıkça motive oldu, daha çok çalıştı.
Vergiler zamanında toplandı. Güven duyan halk, vergi kaçırma derdine hiç düşmedi.
Bütçe fazlası verildi.
Bu fazla da hızla halkın geleceği için yatırıma dönüştü.

Bugünlerde ise yeni bir tebliğ yayınlandı.

Tebliğe göre ‘para transferlerinde’ kademeli beyan zorunluluğu gelecek.
Bir işlem yapmadan önce, neden paranı gönderdiğini açıklayacaksın.
Örneğin ikinci el bir araç ya da ev almadan önce form doldurmak gerekecek.
Form örneği yayımlanmadı; fakat zorunluluk varsa, “özel ve hatta garip” soruların olacağını tahmin etmek zor değil.
Bu arada havale, transfer meblağı büyüdükçe belge, açıklama ve beyan da büyüyecek.

Elbette amaç vergi takibi ve olası kaçakları önlemek.
Bu, teknik açıdan “kural” değil, yasaklamaya yakın bir uygulama.
Zira bu tip bir beyan zorunluluğu; üretimi yüksek, işsizliğin düşük, vergilerin bütçeyi karşıladığı, açıkların olmadığı, denetimin sağlıklı yürüdüğü ülkelerde sorun teşkil etmez.

Milli sınırlar içinde yapılan bu para transferine beyan zorunluluğu, piyasanın hareketliliği ve ticareti azaltabilir.

Diğer ülkelerde buna benzer örnekler vardır ama farklıdır:
Mesela ABD’de yurtiçi transfere değil, yurt dışındaki hareketsiz bırakılmış paraya beyan zorunluluğu vardır.
Yurt dışına çıkmış ve yıl içinde 10.000 dolar bakiyeyi geçen hesaplar için form doldurulur.
Avrupa’da da 10.000 Euro için benzeri uygulama vardır.
Orada devletin amacı şudur:
“Paramı yurt dışına çıkardıysan, neden ticaret yapmıyor da bekletiyorsun?
Faaliyete geçsin, kazansın, halkımın, ülkemin refahı artsın.”

Yani görüldüğü gibi amaç tamamen hareketi teşvik etmek; bizdeki zorunluluk ise hareketsizliği özendirir nitelikte…

Haliyle sorular da kaçınılmaz oluyor:

  • Bu sistem üretimi artıracak mı, yoksa azaltacak mı?
  • Ticari faaliyetleri ve pazarın döngüsünü hızlandıracak mı, yavaşlatacak mı?
  • Halkın refahını artıracak mı, yoksa daha da düşürecek mi?

Yoksa, yine mesela Altınordu Devleti’nin çöküş günlerinde yaşananların modern bir yansıması mı?

1257’de Tatarlar tüm Rus topraklarının sayımını yaptı; kimlerin vergi vereceği belirlendi. Sadece rahipler ve keşişler hatta Slav ayin usulü olanlar Altınordu’ya dua etmeleri koşuluyla muaf tutulmuştu.
1259’da güçlü Altınordu görevlileri Novgorod’a gelip vergileri bildirdiler. Yeni yükümlülükler, zaten yoksullaşmış halkı daha da ezdi.
Tabi ki bölgenin kralı Altınordu devleti ile iyi geçinmesi gerekiyordu. Aleksandr Nevski, görevlileri “şeref kıtası” ile onurlandırdı; fakat şehir vakayınamesine şu kayıt düşüldü:

“Büyükler, küçüklere bedel ödemelerini buyurmuşlardır.
Böylece yaşam halk için güçleşirken, kendileri için oldukça kolaylaşacaktır.”

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.