Tayfun Kaya
Köşe Yazarı
Tayfun Kaya
 

Alçaklık: Aynı Cevherin Damarları

1916 yılı… Albay Mustafa Kemal, Diyarbakır’daki 16. Kolordu Komutanlığı'na atanmasının ardından Paşa rütbesini aldı. Cephedeki durum kritikti; Rus ordusu Trabzon, Gümüşhane, Bayburt ve Erzincan’ı aşarak Bitlis’e kadar ilerlemiş, yönünü Van Gölü’nden Diyarbakır’a çevirmişti. Bölgeye gelen Rus Kızıl ordusunun tümen komutanı, Ermeni asıllı Tovmas Nazarbekyan’dı ve bölgedeki gönüllü Ermeni çetelerini bizzat destekliyordu. Dağılan Osmanlı'nın mirası üzerinde, bölgede kimin egemen olacağı kavgası başlamıştı. Hem Kürtlerin hem de Ermenilerin bölge üzerinde emelleri vardı. Ancak Rus silahlarıyla güçlenen Ermeni çeteleri, bölgede rakip istemedikleri için Kürtlere karşı acımasızca hareket ediyorlardı. Diğer yanda İngilizler, "denizden denize Ermenistan" hayalini körükleyerek, Ermenileri yüzyıllardır birlikte yaşadıkları komşularına karşı kışkırtıyor. Ermeni çeteleri de alttan destekliyordu. Bu durumu yıllar sonra Ermenistan'ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni, bir konferansta yaptığı konuşmada acı bir itirafla dile getirecekti: "Yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız Türklere bakacak yüzümüz kalmadı." Zulüm o raddeye varmıştı ki, Kars işgalinin ardından bir Ermeni valinin yazışmalarında "Türk ve Kürt nüfusun imha edilmesi ve varlıklarının yağmalanması" emrini verdiği görülüyordu. Hatta aynı vali, "Türklerden ve Kürtlerden oluşan bölge tam bir hazine, ama ne yazık ki burayı tam olarak kontrol edemiyoruz" diyerek hayıflanmıştı. Taşnak hükümetinin eski bakanlarından Cagetyan, o günlerde Bolşeviklerin izini sürme bahanesiyle yapılanları şöyle anlatıyordu: "Kızılordu’ya bağlı gönüllü birlikler kurulmuştu. Delican gibi kazalara girip yağmalama ve kadınlara tecavüzler edildi... Ermenistan İçişleri Bakanlığı, adeta bir suç örgütüne dönüşmüştü. Bakan Kromonyan, görevden ayrılmadan önce talan ettikleri paralardan 50 milyon rubleyi zimmetine geçirdi." Fakat Ermeni halkının vicdanı, bu mezalimi onaylamıyordu. Çünkü aynı anda Ermenileri de katlediyorlardı. Taşnak komiseri firari vs. gibi bahanelerle toplu Ermeni katliamları yapıyordu. Bu kişilerin anne, eşlerini ise köyün meydanında çırılçıplak soyup ördek yürüyüşü yaptırıyorlardı. 14 Kasım 1920 tarihli bir raporda, Ermeni bir subay yaşadıklarını şöyle aktarıyordu: "Gümrü bölgesindeki Ermeniler, Taşnak subayını düşmanca karşıladı, hatta direnip onu Türklere teslim etmeye çalıştı." Ertesi gün yemek hazırlayan Ermeni kadınlara, subay "Yemeği kimin için hazırlıyorsunuz?" diye sorduğunda “sana ne” diyen bir yüz ifadesiyle aldığı cevap netti: "Elbette Türkler için, sizin için değil." Yüzlerce yıllık komşularını korumaya gelen Türk süvarilerine ekmek ve tuzda ikram etmişlerdi. Paşa'nın Gelişi ve Değişen Kader 1916’da Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemal Paşa, şehrin dışında evsiz ve aç bırakılmış Kürtlerle karşılaştı. Bölgeyi salgın hastalıklar ve açlık kasıp kavuruyordu. Hayvan leşlerinin üzerini sinekler ve larvalar sarmış, öksüz kalmış çocuklar çökmüş, şaşkın, çaresiz etrafa bakınıyordu. Sonradan Mustafa Kemal Paşa, bu öksüz çocuklardan birini evlat edinerek İstanbul'a, annesinin yanına gönderdi. Ayrıca birçok öksüz çocuğun da yörenin ileri gelenleri tarafından evlat edinilmesini sağladı. Görevinin başına geçer geçmez Rus ve Ermeni işgaline karşı harekete geçmişti. Özellikle Kürt soykırımı peşine düşmüş, Rus silahlarıyla donanmış Ermeni çeteler bir an önce durdurulmalıydı. Çok iyi bir analiz ve stratejisiyle savaştı. Kısa sürede Rusları ve onlarla hareket eden Ermeni çetelerini Muş'un dışına sürdü, ardından Bitlis'i geri aldı. Bu zaferler, paşanın insanlara tavrı, bölge halkına umut ışığı oldu. Onu "Bu paşa başka paşa", "Halka paşalık taslamayan paşa" diyerek sahiplendiler. Bölgenin ileri gelenleriyle, özellikle de Kürt kökenli Silvanlı Sadık Üstün Bey ile derin bir dostluk kurdu. Sadık Bey, oğlu Recep’in sünnetinde Paşa’dan kirvesi olmasını istedi; ki kirvelik, akrabalıktan öte bir bağ demekti. Zamanla kan kardeşi oldular. Bu dostluğun gücüyle Sadık Bey ve bölgedeki diğer liderler, Türk ordusuna büyük destek vermeye başladılar. Mustafa Kemal Paşa'nın bu başarısıyla, Rus ordusunun ilerleyişinin önlenmesinin yanı sıra, Kürtlerin Ermeni çeteleri tarafından yok edilmesini önleyen kritik bir zaferdi. Bu nedenle kendisine "Altın Kılıçlı İmtiyaz Madalyası" verildi. Maşalar Değişiyor, Oyun Değişmiyor Aradan iki yıl geçti. 25 Kasım 1918'de Fransızlar Adana'yı işgal etti. İlk işleri, Suriye'ye sürülmüş Ermenileri silahlandırıp geri getirmek oldu. Ağıza bal çalan değişiyor ama piyon aynı kalıyordu: Rus maşalığının yerini Fransız maşalığı almıştı. Hedef yine Müslüman Türkler, Kürtler ve Araplardı. 1919'da Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Mücadele’sini başlattı. Sivas Kongresi sırasında kan kardeşi Sadık Bey'den bir mektup aldı. Doğu ve Güneydoğu, hâlâ Fransız ve Ermeni tehdidi altındaydı. Sadık Bey mektubunda, "Bu mezalimi ve entrikaları kabul edip diri diri gömülmektense sizinle savaşmayı görev biliriz" diyor ve 'İngiliz destekli' Kürt Teali Cemiyeti'ne de karşı çıkıyordu. Cumhuriyet, İhanet ve Sadakat 1920'de Meclis kuruldu ve bu toprakların her yerinden insanlar, ülkenin kaderinde söz sahibi oldu. Kürtler de mecliste yerini aldı; milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. Ancak yıllar yıllar sonra, bu tarihi gerçekleri göz ardı eden birileri çıktı ve "Kürtlerin bir çakıl taşı bile olmasını istemiyorlar" diyerek toplumu zehirlemeye çalıştı. Bu topraklarda zenginleşmiş, işveren olmuş, hatta ilk 500’e girmiş Kürt kökenlileri unutturmaya çalıştı. Tarih; bu hafta 102 yılını geride bırakacağımız 29 Ekim 1923’e geldi. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Halk kendi kendini yönetmeye başladı. Toprak reformu yapılarak, bölgede ağalık sistemi bitirildi. Kişiler artık köle değil bireydi. Ve bireysel söz hakkı, zenginleşme imkânı sağlandı. Bölgedeki Kürt kökenli vatandaşlar, özgürlüklerini tam olarak eline alabilmişti. Tarih 1925’e geldi... Tam da Türkiye'nin Musul ve Kerkük'ü anavatana katma görüşmeleri yaptığı sırada, İngiliz silahlarıyla Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Müslüman halkı hiç acımadan vuruyorlardı. İsyan Silvan'a ulaştığında, bölgedeki devlet görevlileri ve aileleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün kan kardeşi Sadık Üstün Bey'e sığındı. Şeyh Sait'in adamları evi kuşatıp Türk ailelerin teslim edilmesini istedi. Sadık Bey'in cevabı netti: "Geleneklerimize göre misafir teslim edilmez. Üstelik çoğu kadın ve çocuktur." Sadık Beyi görüşmek için dışarı çağırdılar. Sadık bey ve oğlu görüşmek için dışarı çıktıklarında, isyancıların evin arka kapısını zorladığını fark ettiler. Sadık Bey oğluna "Koş!" diye bağırdı. Kendi de koşmak üzereydi ki bir İngiliz tabancasından çıkan kurşunla başından vuruldu. İngilizler, Musul'u kaybetmemek için kullandıkları maşa aracılığıyla bir Müslümanı diğerine kırdırıyordu. Sadık Bey, yüzyıllardır birlikte yaşadığı komşularına alçaklık etmedi. Mustafa Kemal Paşa'nın dediği gibi, "aynı cevherin damarlarıyızı" bölmeye kalkanlara karşı onuruyla durdu ve canını feda etti. Ve sonra gün geldi, bir başkası bu birleştirici, kurtarıcı ve vatansever insana "alçak" imasında bulundu. Cumhuriyetimizin yeni bir yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde, bu olay bize yaşayarak öğrendiğimiz önemli bir düsturu yeniden hatırlattı: Alçak; iftira atan, el eline düşmüş, gerçeği saklamaya çalışan, soyunu geçmişi unutturmaya çalışan maşaya denir. Cumhurun hürriyeti, Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Ne Mutlu Türküm Diye…  
Ekleme Tarihi: 23 Ekim 2025 -Perşembe
Tayfun Kaya

Alçaklık: Aynı Cevherin Damarları

1916 yılı… Albay Mustafa Kemal, Diyarbakır’daki 16. Kolordu Komutanlığı'na atanmasının ardından Paşa rütbesini aldı. Cephedeki durum kritikti; Rus ordusu Trabzon, Gümüşhane, Bayburt ve Erzincan’ı aşarak Bitlis’e kadar ilerlemiş, yönünü Van Gölü’nden Diyarbakır’a çevirmişti. Bölgeye gelen Rus Kızıl ordusunun tümen komutanı, Ermeni asıllı Tovmas Nazarbekyan’dı ve bölgedeki gönüllü Ermeni çetelerini bizzat destekliyordu.

Dağılan Osmanlı'nın mirası üzerinde, bölgede kimin egemen olacağı kavgası başlamıştı. Hem Kürtlerin hem de Ermenilerin bölge üzerinde emelleri vardı. Ancak Rus silahlarıyla güçlenen Ermeni çeteleri, bölgede rakip istemedikleri için Kürtlere karşı acımasızca hareket ediyorlardı.

Diğer yanda İngilizler, "denizden denize Ermenistan" hayalini körükleyerek, Ermenileri yüzyıllardır birlikte yaşadıkları komşularına karşı kışkırtıyor. Ermeni çeteleri de alttan destekliyordu. Bu durumu yıllar sonra Ermenistan'ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni, bir konferansta yaptığı konuşmada acı bir itirafla dile getirecekti: "Yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız Türklere bakacak yüzümüz kalmadı."

Zulüm o raddeye varmıştı ki, Kars işgalinin ardından bir Ermeni valinin yazışmalarında "Türk ve Kürt nüfusun imha edilmesi ve varlıklarının yağmalanması" emrini verdiği görülüyordu. Hatta aynı vali, "Türklerden ve Kürtlerden oluşan bölge tam bir hazine, ama ne yazık ki burayı tam olarak kontrol edemiyoruz" diyerek hayıflanmıştı.

Taşnak hükümetinin eski bakanlarından Cagetyan, o günlerde Bolşeviklerin izini sürme bahanesiyle yapılanları şöyle anlatıyordu: "Kızılordu’ya bağlı gönüllü birlikler kurulmuştu. Delican gibi kazalara girip yağmalama ve kadınlara tecavüzler edildi... Ermenistan İçişleri Bakanlığı, adeta bir suç örgütüne dönüşmüştü. Bakan Kromonyan, görevden ayrılmadan önce talan ettikleri paralardan 50 milyon rubleyi zimmetine geçirdi."

Fakat Ermeni halkının vicdanı, bu mezalimi onaylamıyordu. Çünkü aynı anda Ermenileri de katlediyorlardı. Taşnak komiseri firari vs. gibi bahanelerle toplu Ermeni katliamları yapıyordu. Bu kişilerin anne, eşlerini ise köyün meydanında çırılçıplak soyup ördek yürüyüşü yaptırıyorlardı. 14 Kasım 1920 tarihli bir raporda, Ermeni bir subay yaşadıklarını şöyle aktarıyordu: "Gümrü bölgesindeki Ermeniler, Taşnak subayını düşmanca karşıladı, hatta direnip onu Türklere teslim etmeye çalıştı." Ertesi gün yemek hazırlayan Ermeni kadınlara, subay "Yemeği kimin için hazırlıyorsunuz?" diye sorduğunda “sana ne” diyen bir yüz ifadesiyle aldığı cevap netti: "Elbette Türkler için, sizin için değil." Yüzlerce yıllık komşularını korumaya gelen Türk süvarilerine ekmek ve tuzda ikram etmişlerdi.

Paşa'nın Gelişi ve Değişen Kader

1916’da Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemal Paşa, şehrin dışında evsiz ve aç bırakılmış Kürtlerle karşılaştı. Bölgeyi salgın hastalıklar ve açlık kasıp kavuruyordu. Hayvan leşlerinin üzerini sinekler ve larvalar sarmış, öksüz kalmış çocuklar çökmüş, şaşkın, çaresiz etrafa bakınıyordu. Sonradan Mustafa Kemal Paşa, bu öksüz çocuklardan birini evlat edinerek İstanbul'a, annesinin yanına gönderdi. Ayrıca birçok öksüz çocuğun da yörenin ileri gelenleri tarafından evlat edinilmesini sağladı.

Görevinin başına geçer geçmez Rus ve Ermeni işgaline karşı harekete geçmişti. Özellikle Kürt soykırımı peşine düşmüş, Rus silahlarıyla donanmış Ermeni çeteler bir an önce durdurulmalıydı. Çok iyi bir analiz ve stratejisiyle savaştı. Kısa sürede Rusları ve onlarla hareket eden Ermeni çetelerini Muş'un dışına sürdü, ardından Bitlis'i geri aldı. Bu zaferler, paşanın insanlara tavrı, bölge halkına umut ışığı oldu. Onu "Bu paşa başka paşa", "Halka paşalık taslamayan paşa" diyerek sahiplendiler.

Bölgenin ileri gelenleriyle, özellikle de Kürt kökenli Silvanlı Sadık Üstün Bey ile derin bir dostluk kurdu. Sadık Bey, oğlu Recep’in sünnetinde Paşa’dan kirvesi olmasını istedi; ki kirvelik, akrabalıktan öte bir bağ demekti. Zamanla kan kardeşi oldular. Bu dostluğun gücüyle Sadık Bey ve bölgedeki diğer liderler, Türk ordusuna büyük destek vermeye başladılar. Mustafa Kemal Paşa'nın bu başarısıyla, Rus ordusunun ilerleyişinin önlenmesinin yanı sıra, Kürtlerin Ermeni çeteleri tarafından yok edilmesini önleyen kritik bir zaferdi. Bu nedenle kendisine "Altın Kılıçlı İmtiyaz Madalyası" verildi.

Maşalar Değişiyor, Oyun Değişmiyor

Aradan iki yıl geçti. 25 Kasım 1918'de Fransızlar Adana'yı işgal etti. İlk işleri, Suriye'ye sürülmüş Ermenileri silahlandırıp geri getirmek oldu. Ağıza bal çalan değişiyor ama piyon aynı kalıyordu: Rus maşalığının yerini Fransız maşalığı almıştı. Hedef yine Müslüman Türkler, Kürtler ve Araplardı.

1919'da Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Mücadele’sini başlattı. Sivas Kongresi sırasında kan kardeşi Sadık Bey'den bir mektup aldı. Doğu ve Güneydoğu, hâlâ Fransız ve Ermeni tehdidi altındaydı. Sadık Bey mektubunda, "Bu mezalimi ve entrikaları kabul edip diri diri gömülmektense sizinle savaşmayı görev biliriz" diyor ve 'İngiliz destekli' Kürt Teali Cemiyeti'ne de karşı çıkıyordu.

Cumhuriyet, İhanet ve Sadakat

1920'de Meclis kuruldu ve bu toprakların her yerinden insanlar, ülkenin kaderinde söz sahibi oldu. Kürtler de mecliste yerini aldı; milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. Ancak yıllar yıllar sonra, bu tarihi gerçekleri göz ardı eden birileri çıktı ve "Kürtlerin bir çakıl taşı bile olmasını istemiyorlar" diyerek toplumu zehirlemeye çalıştı. Bu topraklarda zenginleşmiş, işveren olmuş, hatta ilk 500’e girmiş Kürt kökenlileri unutturmaya çalıştı.

Tarih; bu hafta 102 yılını geride bırakacağımız 29 Ekim 1923’e geldi. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Halk kendi kendini yönetmeye başladı. Toprak reformu yapılarak, bölgede ağalık sistemi bitirildi. Kişiler artık köle değil bireydi. Ve bireysel söz hakkı, zenginleşme imkânı sağlandı. Bölgedeki Kürt kökenli vatandaşlar, özgürlüklerini tam olarak eline alabilmişti.

Tarih 1925’e geldi... Tam da Türkiye'nin Musul ve Kerkük'ü anavatana katma görüşmeleri yaptığı sırada, İngiliz silahlarıyla Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Müslüman halkı hiç acımadan vuruyorlardı. İsyan Silvan'a ulaştığında, bölgedeki devlet görevlileri ve aileleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün kan kardeşi Sadık Üstün Bey'e sığındı. Şeyh Sait'in adamları evi kuşatıp Türk ailelerin teslim edilmesini istedi. Sadık Bey'in cevabı netti: "Geleneklerimize göre misafir teslim edilmez. Üstelik çoğu kadın ve çocuktur."

Sadık Beyi görüşmek için dışarı çağırdılar. Sadık bey ve oğlu görüşmek için dışarı çıktıklarında, isyancıların evin arka kapısını zorladığını fark ettiler. Sadık Bey oğluna "Koş!" diye bağırdı. Kendi de koşmak üzereydi ki bir İngiliz tabancasından çıkan kurşunla başından vuruldu. İngilizler, Musul'u kaybetmemek için kullandıkları maşa aracılığıyla bir Müslümanı diğerine kırdırıyordu.

Sadık Bey, yüzyıllardır birlikte yaşadığı komşularına alçaklık etmedi. Mustafa Kemal Paşa'nın dediği gibi, "aynı cevherin damarlarıyızı" bölmeye kalkanlara karşı onuruyla durdu ve canını feda etti.

Ve sonra gün geldi, bir başkası bu birleştirici, kurtarıcı ve vatansever insana "alçak" imasında bulundu.

Cumhuriyetimizin yeni bir yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde, bu olay bize yaşayarak öğrendiğimiz önemli bir düsturu yeniden hatırlattı: Alçak; iftira atan, el eline düşmüş, gerçeği saklamaya çalışan, soyunu geçmişi unutturmaya çalışan maşaya denir.

Cumhurun hürriyeti, Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

Ne Mutlu Türküm Diye…

 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.