Tayfun Kaya
Köşe Yazarı
Tayfun Kaya
 

Kuruş’ta Saklı Kadim Bilgelik...

Kent olgusundan bi haber 13’üncü yy. Moğollarının istilalarını aratmaz bazen yaşananlar. O gün Moğolların istilaları ganimet odaklıydı. İnsanlık ve Uygarlık meselesini göz ardı etmişlerdi. Bu sebeple de girdikleri her yerde, ilkçağdan beri zor zahmet adım adım geliştirilebilmiş medeniyet ve kent olgusunu düşünmeden, tamamen yok etmekten çekinmediler. Varsa yoksa ganimet, çökme dediler, talan yağma yaptılar. Elbette bu durumu yalnızca "denge sorunu yaşıyorlardı" veya "maneviyatsız kalmışlardı" diyerek açıklamak eksik kalır. Onların kendilerine özgü, bencil bir maneviyat anlayışları vardı. Örneğin Cengiz Han, en sevdiği torunu Mütügen’in öldürüldüğü Bamyan şehrinde ganimet toplanmasına izin vermemiş; tüm şehri, içindeki her canlıyla birlikte torununun anısına bir adak gibi yaktırmıştı. Toprak onlar için bir "vatan" değil, yalnızca sürülerinin beslendiği bir meraydı. Bu anlayış ile 1219 yazında girdikleri topraklarda uygarlık adına ne varsa yaktılar. Köpekleri bile kılıçtan geçirdiler. Öyle ki, bugün birçok haberde İsrail’in Filistin’de kedi köpeğe bile saldırdığını okurken, 21’inci yy.da tam olarak o vahşi istila anlayışının benzerinin yaşatıldığına şahit oluyoruz. 13’üncü yy. Moğollar istila ile; Uzun süre temizlenemeyecek ceset yığınlarını geride bırakmışlardı. Bu yıkım, gelişimin tamamlanamadığı bir coğrafyada yaşanan afet, deprem etkisi yaratmıştı. İnsanlar gömülemeden çürüdü. Ekili araziler çöle döndü. Topraklar ürün vermez oldu. Bugünkü, bilincin oluşmadığı topraklardaki aşırı ilaçlanmış, kimyasala boğulmuş, zehirlenmiş topraklara dönmüştü. İşlenemeyen o verimli topraklar adeta betonlaşmış, zayıf, cılız, cansız, üretemeyen kalmıştı. Artık uzunca bir süre o topraklarda değil insan, böceklerin bile yaşaması mümkün görünmüyordu. İstila sonrası kıtlık baş gösterdi. Gıdaya ulaşma büyük lükse dönüştü. Gelen az sayıda ürünün, bedeli, pahası artmıştı. Geçinme kaygıları, ahlakı da yerle bir etti. Çalma çırpma arttı. Hırsızlık, intiharlar, cinayetler ve tecavüzler arttı. Kadın meta haline gelmişti. Toplumun temel taşı aileler yokluğa sürüklenmişti. Kısacası kıyamet her yerdeydi. En değersiz şey insan hayatıydı. Yaşamanın yükü ve acısı dayanılmazdı. Kaçabilenler kaçtı. Kaçmayıp, “bu toprakları tekrar medenileştireceğiz” diyenler barınma, beslenme zorlukları ile baş başa kaldı. Birbirlerinin mallarına çökmek için çadırlar, barakalar ateşe verildi. Diri diri insanlar yanıyordu. Birlik yok olmuştu. Yangınlar hem yürekleri dağlıyor hem de doğayı, malı küle çeviriyordu. Ardından da bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki kılıç gücü olanlar, bölgeye çöküyordu.   İnsan ucuz olduğundan, az olan üretim alanlarında insana dair önlem alınmazdı. Sıklıkla ağaç altında ezilen, göçükte kalanlar oluyordu. Estetik cumbalı evlerinin yerini kare, renksiz, tek düze, konteynere benzeyen evler almıştı. Hanelerde geliştirilen çocukların, annelerin önceliği değişmiş, kendilerini geliştiremez olmuştu. Ök’te, evde eğitim kalmamıştı. İlkçağlardan beri edindikleri bilgi tecrübe avuçlarından kayıp gidiyordu. Türklerin; "kurum" adını verdiği, düzeni ve kuralları belirleyen o büyük uygarlıktan geriye eser kalmamıştı. Peki, bütün bu yıkımı önleyebilecek kadar gelişmiş olan "kurum" anlayışının ve Türkçe standartların kökeni neydi? Türk destanlarına göre, binlerce yıl önce eşi benzeri görülmemiş, dondurucu bir kış yaşandı. O kış, bilge bir bey, obasını ulu bir dağın güneyindeki kuytu bir alana götürdü ve orada devasa bir ateş yaktırdı. O ateşin etrafında toplanan insanlar, dondurucu soğuktan korundu. Bedenleri ıslanmadı, rutubetlenmedi, yani kuru kaldı. Kuru kalabilen bedenler, güçlü ve sağlıklı kalmış, hastalanmamıştı. Bu sayede o müthiş soğuğa rağmen ava çıkıp beslenebildiler ve o uzun, kara kışı sağlıklı bir şekilde atlattılar. Diğer boylar ise bu erdemi gösteremeyip yok olmuştu. İşte bu tecrübe onlara, "kuru kalmanın" soylarını devam ettirmek için ne kadar hayati olduğunu öğretti. Bu paha biçilmez bilgiyi sonraki nesillere aktarmak için kendilerine "Kuru" adını verdiler. Kuru, fit ve sağlıklı kalmanın varoluşsal önemini, bu isimle gelecek nesillere bir parola gibi miras bıraktılar. Dünya halkları MS. 37’de yazılı Çin kaynaklarından bu milletin ismini öğrendi. Çin vakayinamesinde kuru “Türk” olarak ifade edilmişti. Sonraki nesiller bu varoluşsal ifadeyi adım adım geliştirdi. İnsanlığı kuru, güvende ve güçlü tutacak süreçler zincirini hazırladılar ve buna "kural" adını verdiler. Yeni yerler keşfettiklerindeki eylemlerine "kuruluş", gelişimlerini engelleyenlere karşı mücadelelerine "kurtuluş" dediler. Diğer milletlerle rekabetteki avantaj ölçüsüne "kur", nihayetinde ise üretimi ve varoluşu ölümsüzleştirme çabalarına "kurum" adını verdiler. Bu kökten türeyen kelimeler, hayatın her alanına yayıldı. Bakır ve cıva karışımından bronzu keşfedip balta yaptılar. Ağaç kesip inşa ettikleri hava alan, sağlıklı evlerine "kuren" dediler. Bu anlayışa yakışır yaşamış, bilge insanların anıt mezarlarına "kurgan" adını verdiler. Yöneticilerine de yine aynı kökten gelen "kral", “Khan”, "han" gibi unvanlar verdiler. Bu Kralların, Khanların hakkını, halkını en adil şekilde yönettiğini ölçen değere “kuruş” dediler. Kuruş; yanlızca bir para birimi değildir. Gerçek değerin, hak yani halk iradesinin gasp edilip edilmediğini gösterir. Çünkü tecrübeyle sabitti ki, hakkın ve halkın güçlü olduğu yerlerde maddeye ulaşmak kolaylaşır, paranın rakamsal değeri küçülürdü. İnsanın değerli olduğu dönemlerde mal ucuzlar, pazarda bozuk para, yani kuruş kullanılır. İşte o en küçük para dilimine bu ismin verilmesi, kadim atalarının bilgeliğini ve güçlü kalma sırrını unutturmamak içindi. Bir hükümdarın pazarında ağırlıklı olarak "kuruş" kullanılıyorsa, bu, toplumsal sorunların çözüldüğü, ceddinin senden razı olduğu, adaletin işlediği ve yönetenlerin hayırla anılacağı anlamına gelirdi. Eğer pazarda paranın rakamı yükselmişse, bu, toplumsal bir değersizleşmenin başladığına, hükmedenlerin yönetme yeteneğini yitirip keyfe düştüğüne işaretti. Böyle bir toplumun pazarında "Kuru-ş", yani cet, dede anılamazdı. Geçmişlerine, o en zor şartlarda bile sağlıklı kalabilmiş, erdemli atalarına; uygun yaşadıklarının göstergesi “kuruşun” kullanımı olacaktı. Piyasada metal bozukluklar çok miktarda dönüyorsa, herhangi bir ihtiyaç kuruş miktarı ile ifade ediliyorsa, cedde yakışır yaşanıyordu. Değerliydi. Orada mala ulaşmak, ihtiyacı karşılamak kolay demekti. Tam tersi bozuk paralar, kuruşlar tedavülden kalkıyorsa, koca koca paralar ile pazarda alım yapılıyorsa, insani kıymet kalmamış olacaktı. Değer ise; mal olacaktı. İnsanın icadı değer olurken, insanın kendisi değersiz olacaktı. Kartopu tersten işlemeye başlayacak, yokluk gelmiş, yok oluş yakınlaşmış olacaktı. Kuruş tedavülden kalktığında, yaşam için layık, laik, erdemli, ahlaklı insanlar hızla azalıyor demek olacaktı. Kurum stanımız, standartlarımız, atadan yadigâr ölümsüzlük sırrımız unutulmuş, kurumlarımız iflas etmekte demek olacaktı. Unutmayalım ki! Gelişim, medeniyet artıkça para miktarı küçülür. İnsan değeri büyür. Sömürü, rekabetsizlik arttıkça para miktarı büyür, insan küçülür. Bu seviyeye gelindiğinde uyanış yaşanmıyorsa, adım adım küçülme devam eder. Ta ki kaybolana dek!
Ekleme Tarihi: 07 Ekim 2025 -Salı
Tayfun Kaya

Kuruş’ta Saklı Kadim Bilgelik...

Kent olgusundan bi haber 13’üncü yy. Moğollarının istilalarını aratmaz bazen yaşananlar.

O gün Moğolların istilaları ganimet odaklıydı. İnsanlık ve Uygarlık meselesini göz ardı etmişlerdi. Bu sebeple de girdikleri her yerde, ilkçağdan beri zor zahmet adım adım geliştirilebilmiş medeniyet ve kent olgusunu düşünmeden, tamamen yok etmekten çekinmediler. Varsa yoksa ganimet, çökme dediler, talan yağma yaptılar.

Elbette bu durumu yalnızca "denge sorunu yaşıyorlardı" veya "maneviyatsız kalmışlardı" diyerek açıklamak eksik kalır. Onların kendilerine özgü, bencil bir maneviyat anlayışları vardı. Örneğin Cengiz Han, en sevdiği torunu Mütügen’in öldürüldüğü Bamyan şehrinde ganimet toplanmasına izin vermemiş; tüm şehri, içindeki her canlıyla birlikte torununun anısına bir adak gibi yaktırmıştı. Toprak onlar için bir "vatan" değil, yalnızca sürülerinin beslendiği bir meraydı.

Bu anlayış ile 1219 yazında girdikleri topraklarda uygarlık adına ne varsa yaktılar. Köpekleri bile kılıçtan geçirdiler. Öyle ki, bugün birçok haberde İsrail’in Filistin’de kedi köpeğe bile saldırdığını okurken, 21’inci yy.da tam olarak o vahşi istila anlayışının benzerinin yaşatıldığına şahit oluyoruz.

13’üncü yy. Moğollar istila ile; Uzun süre temizlenemeyecek ceset yığınlarını geride bırakmışlardı. Bu yıkım, gelişimin tamamlanamadığı bir coğrafyada yaşanan afet, deprem etkisi yaratmıştı. İnsanlar gömülemeden çürüdü.

Ekili araziler çöle döndü. Topraklar ürün vermez oldu. Bugünkü, bilincin oluşmadığı topraklardaki aşırı ilaçlanmış, kimyasala boğulmuş, zehirlenmiş topraklara dönmüştü.

İşlenemeyen o verimli topraklar adeta betonlaşmış, zayıf, cılız, cansız, üretemeyen kalmıştı.

Artık uzunca bir süre o topraklarda değil insan, böceklerin bile yaşaması mümkün görünmüyordu.

İstila sonrası kıtlık baş gösterdi. Gıdaya ulaşma büyük lükse dönüştü. Gelen az sayıda ürünün, bedeli, pahası artmıştı.

Geçinme kaygıları, ahlakı da yerle bir etti.

Çalma çırpma arttı. Hırsızlık, intiharlar, cinayetler ve tecavüzler arttı. Kadın meta haline gelmişti. Toplumun temel taşı aileler yokluğa sürüklenmişti. Kısacası kıyamet her yerdeydi. En değersiz şey insan hayatıydı. Yaşamanın yükü ve acısı dayanılmazdı.

Kaçabilenler kaçtı. Kaçmayıp, “bu toprakları tekrar medenileştireceğiz” diyenler barınma, beslenme zorlukları ile baş başa kaldı.

Birbirlerinin mallarına çökmek için çadırlar, barakalar ateşe verildi. Diri diri insanlar yanıyordu.

Birlik yok olmuştu.

Yangınlar hem yürekleri dağlıyor hem de doğayı, malı küle çeviriyordu. Ardından da bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki kılıç gücü olanlar, bölgeye çöküyordu.  

İnsan ucuz olduğundan, az olan üretim alanlarında insana dair önlem alınmazdı. Sıklıkla ağaç altında ezilen, göçükte kalanlar oluyordu.

Estetik cumbalı evlerinin yerini kare, renksiz, tek düze, konteynere benzeyen evler almıştı.

Hanelerde geliştirilen çocukların, annelerin önceliği değişmiş, kendilerini geliştiremez olmuştu. Ök’te, evde eğitim kalmamıştı.

İlkçağlardan beri edindikleri bilgi tecrübe avuçlarından kayıp gidiyordu.

Türklerin; "kurum" adını verdiği, düzeni ve kuralları belirleyen o büyük uygarlıktan geriye eser kalmamıştı.

Peki, bütün bu yıkımı önleyebilecek kadar gelişmiş olan "kurum" anlayışının ve Türkçe standartların kökeni neydi?

Türk destanlarına göre, binlerce yıl önce eşi benzeri görülmemiş, dondurucu bir kış yaşandı. O kış, bilge bir bey, obasını ulu bir dağın güneyindeki kuytu bir alana götürdü ve orada devasa bir ateş yaktırdı. O ateşin etrafında toplanan insanlar, dondurucu soğuktan korundu. Bedenleri ıslanmadı, rutubetlenmedi, yani kuru kaldı. Kuru kalabilen bedenler, güçlü ve sağlıklı kalmış, hastalanmamıştı. Bu sayede o müthiş soğuğa rağmen ava çıkıp beslenebildiler ve o uzun, kara kışı sağlıklı bir şekilde atlattılar. Diğer boylar ise bu erdemi gösteremeyip yok olmuştu.

İşte bu tecrübe onlara, "kuru kalmanın" soylarını devam ettirmek için ne kadar hayati olduğunu öğretti. Bu paha biçilmez bilgiyi sonraki nesillere aktarmak için kendilerine "Kuru" adını verdiler. Kuru, fit ve sağlıklı kalmanın varoluşsal önemini, bu isimle gelecek nesillere bir parola gibi miras bıraktılar.

Dünya halkları MS. 37’de yazılı Çin kaynaklarından bu milletin ismini öğrendi. Çin vakayinamesinde kuru “Türk” olarak ifade edilmişti.

Sonraki nesiller bu varoluşsal ifadeyi adım adım geliştirdi. İnsanlığı kuru, güvende ve güçlü tutacak süreçler zincirini hazırladılar ve buna "kural" adını verdiler. Yeni yerler keşfettiklerindeki eylemlerine "kuruluş", gelişimlerini engelleyenlere karşı mücadelelerine "kurtuluş" dediler. Diğer milletlerle rekabetteki avantaj ölçüsüne "kur", nihayetinde ise üretimi ve varoluşu ölümsüzleştirme çabalarına "kurum" adını verdiler.

Bu kökten türeyen kelimeler, hayatın her alanına yayıldı. Bakır ve cıva karışımından bronzu keşfedip balta yaptılar. Ağaç kesip inşa ettikleri hava alan, sağlıklı evlerine "kuren" dediler. Bu anlayışa yakışır yaşamış, bilge insanların anıt mezarlarına "kurgan" adını verdiler. Yöneticilerine de yine aynı kökten gelen "kral", “Khan”, "han" gibi unvanlar verdiler.

Bu Kralların, Khanların hakkını, halkını en adil şekilde yönettiğini ölçen değere “kuruş” dediler. Kuruş; yanlızca bir para birimi değildir. Gerçek değerin, hak yani halk iradesinin gasp edilip edilmediğini gösterir.

Çünkü tecrübeyle sabitti ki, hakkın ve halkın güçlü olduğu yerlerde maddeye ulaşmak kolaylaşır, paranın rakamsal değeri küçülürdü. İnsanın değerli olduğu dönemlerde mal ucuzlar, pazarda bozuk para, yani kuruş kullanılır.

İşte o en küçük para dilimine bu ismin verilmesi, kadim atalarının bilgeliğini ve güçlü kalma sırrını unutturmamak içindi. Bir hükümdarın pazarında ağırlıklı olarak "kuruş" kullanılıyorsa, bu, toplumsal sorunların çözüldüğü, ceddinin senden razı olduğu, adaletin işlediği ve yönetenlerin hayırla anılacağı anlamına gelirdi.

Eğer pazarda paranın rakamı yükselmişse, bu, toplumsal bir değersizleşmenin başladığına, hükmedenlerin yönetme yeteneğini yitirip keyfe düştüğüne işaretti. Böyle bir toplumun pazarında "Kuru-ş", yani cet, dede anılamazdı.

Geçmişlerine, o en zor şartlarda bile sağlıklı kalabilmiş, erdemli atalarına; uygun yaşadıklarının göstergesi “kuruşun” kullanımı olacaktı.

Piyasada metal bozukluklar çok miktarda dönüyorsa, herhangi bir ihtiyaç kuruş miktarı ile ifade ediliyorsa, cedde yakışır yaşanıyordu. Değerliydi. Orada mala ulaşmak, ihtiyacı karşılamak kolay demekti.

Tam tersi bozuk paralar, kuruşlar tedavülden kalkıyorsa, koca koca paralar ile pazarda alım yapılıyorsa, insani kıymet kalmamış olacaktı.

Değer ise; mal olacaktı.

İnsanın icadı değer olurken, insanın kendisi değersiz olacaktı. Kartopu tersten işlemeye başlayacak, yokluk gelmiş, yok oluş yakınlaşmış olacaktı.

Kuruş tedavülden kalktığında, yaşam için layık, laik, erdemli, ahlaklı insanlar hızla azalıyor demek olacaktı. Kurum stanımız, standartlarımız, atadan yadigâr ölümsüzlük sırrımız unutulmuş, kurumlarımız iflas etmekte demek olacaktı.

Unutmayalım ki! Gelişim, medeniyet artıkça para miktarı küçülür. İnsan değeri büyür.

Sömürü, rekabetsizlik arttıkça para miktarı büyür, insan küçülür. Bu seviyeye gelindiğinde uyanış yaşanmıyorsa, adım adım küçülme devam eder. Ta ki kaybolana dek!

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.