Tayfun Kaya
Köşe Yazarı
Tayfun Kaya
 

Roma Propagandası...

Bedenimizi, hücrelerimiz besler ve yönlendirir. Onlar bedenimizin bakıcılarıdır. Tıpkı dünyanın bakıcıları insanlar gibi… Bedenimiz, her bir hücremizin sağlıklı çalışmasına ihtiyaç duyar. Hücrelerin çalışmadığı yerde karanlık, zayıflık başlar. Çalışmayan hücreler; beslemesi gereken bedenimizi kemirir durur. Yanındaki hücrelerde o çalışmayan hücreden etkilenir. Ve bölge de çalışmama oranı yavaşça artar. Hareketsiz kalmış veya bırakılmış her bir hücre, sistemin verimli bir üyesi olmaktan çıkmıştır artık! Hareketsiz hücre, “diğer hücreler benim işimi de yapsın”, “ben çalışmışım ya da çalışmamışım sanki ne değişecek ki” gibi garip fikirlere kapılır. Tembelliğini, özünde kendisinin de inanmadığı fikirlerle örtmeye çalışır. Ama tembelliğin üzeri örtülemez. Acısı gün yüzüne çok hızlı çıkar. Tembel kalmış hücre ile halkanın bir zinciri kopmuştur. Klasik örneğimizle, diğer halkalarda artık görevini yapamaz olmuştur. Zincir taşıması gereken, çekmesi gereken yükü, görevi artık yapamaz. O hücre her ne hikmetse, bedende oluşmuş ama aslında istenmeyen parazitlere özenmiştir. Onlara özenir. Parazitlerin içindeki çirkin ördek yavrusu gibi onlarla takılır. Halbuki cevher, özenilecek olan kendidir. Hücre, parazitin o aldatma, kandırma, algı yönetme çabasına yenilmiştir. Beden de o bölgeden başlayarak ölmeye başlamıştır. Hücre parazitin tuzağına düşer. Beden hücrenin zayıflığına yenilir. Işıkla gölgenin savaşında gölge şimdilik öne geçmiştir. Ama hücre topluluğu kolay pes etmez. Bağımsız kalabilmiş hücreler, parazitin eline düşmüş hücre arkadaşları için daha fazla efor sarfetmeye başlar. Kesinlikle umutsuzluk hiçbirimize yakışmaz. Tıpkı kesilen bir yerin kendi kendini onardığı gibi, o çürüyen bölge de rahatlıkla onarılabilir. Işığın, enerjinin temsilcisi hücre, “kurtulamayacağız” diyerek asla vazgeçmez. Bir lider hücre çıkar. Hastalığa direnç gösterir. Yoğun olarak, var gücüyle çalışma başlar. Bu hücre diğer hücreler arasında sinerji yayar. Ve bu pozitif enerji bedene adım adım yayılır. Önceleri onun bu gayreti minik dalgalar gibidir. Ama bu minik dalgalar yakınlarındakilere ivmelenme başlatır. Bu ilk hücrenin yaptığı minik dalgalanmalar önceleri uzaklardan pek hissedilmez. Hatta karalayıp sinek vızıltısı diyen parazitler, parazitleşmişler bile çıkabilir. Ama yakınlarındaki hücreler çoktan etkileşime girmiştir. Pozitif hava nefes aldırır. Rutubetli hava dağılmaya başlar. Dalgalanmayı başlatan, çürümeye dur diyen o ilk hücre artık kendini yalnız hissetmez. Kararmış, rutubet kokan o hücre yapısı içinde bu bir nefes nane şekeri hissiyatıdır. Ve sonunda ferahlık hissi bedenin tamamına yayılır. İçi kararmış, ‘bizden bir şey olmaz’, ‘tek başına ben ne yapabilirim ki?’ diyen hücreler, bir kıvılcımın koca bir ateşe dönüşebileceğini görür. Önemli olan en karanlık, rutubetli zamanlarda bile motivasyonu kaybetmemektir. Geçen zamanın verimsiz geçmesine izin vermemektir. Geri getiremediğimiz en kıymetli varlığımızı, zamanı hoyratça kullanmamaktır. Hareketsiz kalıp, çürüme vaat eden karanlığa, parazite uyan o ilk hücre gibi sessizce bir köşede olanları kabullenmemektir. Dedik ya hücrelerin görevi, yaradılış amacı bedene iyi bakmaktır. Onu güzel, sağlıklı yaşatmaktır. İnsanların görevi de yaradılış amacı da dünyayı, canlıları güzel, sağlıklı yaşatmaktır. İnsanda tıpkı hücre gibi hareketsiz bırakılışına sessiz kalmaz. Hareketsizliğin, sadece yardımlarla yaşayabilmenin, işsizliğin, çalışmamanın dünyaya zarar vereceğini bilir. Bu tutumun kıyamete götürdüğünü, binlerce yıllık insanlık tarihinden bilir. Yanan ormanların, kesilen ya da dozerle yıkılan ağaçların, yoğun betonlaşmanın, dünyayı kanser hücresi gibi etkileyeceğini bilir. İthal tüketme, üretmeme sonucu gelir vergilerinin azalıp, diğer taraftan lüks harcamaların azalmamasıyla madenlere göz dikildiğini de bilir. Kömürü bakırı bırak, yerin altındaki çakıl taşlarını bile bir anda, doğanın kendini yenilemesine fırsat tanımadan nakde çevrilmek istendiğini görmüştür. Bu da tam olarak çölleşmedir. Ama dedik ya insanlık tarihi bilir. Geçmişteki birçok toplumun başına bu açgözlülükleri, kıtlığı getirmiştir. İklim değiştiren bu doğa katliamı ile ekinlerinin verimini azalır. Yağmuru, bulutu manyetik bir alan ile kendine çeken ağacın yokluğu, azlığı, yağmursuzluğu, kuraklığı getirir. Ekinlerin besin değerleri hemen değişir. Meyve çiçeklerinin açtığı bahar ayında, ansızın kara kış donu yaşanabilir. Haliyle ağaçların da meyve veremeyeceğini bilir. Yani kıtlığı, yokluğu, pahalılığı öngörmek zor olmaz. Karanlık, rutubetli bedene, aynı karanlık zihniyette yeni hücreler nakletmenin de kurtuluşu sağlayamayacağını bilir. Bu anlayış ile artık geleceğin gelmeyeceğini bilir. Gelecek nesillerinin orada yaşayamayacağını bilir. Hareketsiz hücrelerin, sonraki nesillere yaşam alanı bırakmayacağını görür. Hele hele bu durum, Altay dağlarının sonsuz yeşilliğinde yaşamış. Merakıyla ve hayvanlarıyla birlikte bozkıra, yaylalara, yeşilliğin ortasına kendini bırakmış Türklere, bu çöl anlayışı hiç uymaz. Hareketsizliği götüren o ilk hücrenin propagandasına düşen çok sayıda hücre illa ki olacaktır. Ama propagandanın, o hücre nesline olumlu dönmeyeceğini bilen hücreler tuzağa düşmez. Bedeni kurtarabilmek için var gücüyle mücadele verir. Attila dönemini tasvir ederken M. Percheron şöyle diyor; “Propaganda sadece yaşadığımız çağın bir icadı değildi”. Demek ki bırakın bugünü, 4 üncü yüzyıldan çok önce de bunlar varmış. O yıllardaki Roma imparatorluğu da oldukça kurnazdı. Karşılarına günün en son teknolojisi ile dikilmiş Hun Türklerini bir türlü yenemiyorlardı. Roma, askeri olarak da oldukça zayıflamıştı. Hazineleri erimiş, bütçeleri yetmez olmuştu. Halkı da artan vergiler, zamlar sebebiyle iyice fakirleşmişti. Varlık zamanında lüks harcamalara alışmış olan Roma sarayı, yokluk döneminde de aynı harcamaları yapıyordu. Ve tabi ki yokluğun olduğunu da asla kabul etmiyorlardı. Çünkü kabul etse; daha az yemesi gerekecekti. Olanda Roma halkına oldu. Batı Roma imparatorluğunun elinde sadece geçmişi ve kendince kurnaz yöneticilerinin dış ve iç politikaları kaldı. Öncelikli kurnazlığı, Türk Hunlarını ayrıştırmaya çalışmak oldu. Bunu tam olarak beceremediler. Kopanlardan da istedikleri etkiyi alamadılar. Hunlar oldukça güçlüydü. Rua Han öldüğünde yeni varisler kardeşi Muncuk’un evlatlarıydı. Bleda (Buda) ve Attila (Atlı)… Batı Roma imparatorluğu barış ve kaynaşma adına, kendi asil gençlerinin Hunlarca, Hunların asil gençlerinin de İtalya’da Ravenna’da yetiştirilmesini önerdiler. Hunlar için vergi yani ganimet verdikleri sürece barışık kalmakta sorun yoktu. Ve Attila henüz oniki yaşında İtalya’nın Romanga bölgesindeki Ravenna’ya götürüldü. Romanın amacı; Attila yirmi yaşına gelip Roma kültürü ile Türk yurduna döndüğünde buranın ahengini bozacağını umuyorlardı. Kültür çatışması ile iç karışıklık yaratmak ve Attila’nın karanlığı başlatacak hücre olmasını sağlayabilmekti. Ama çetin cevize çarptıklarını çok sonra anlayacaklardı. Attila, Hunların başına gelmiş tam otuz iki kraldan sonra gelen, yani oldukça güçlü, yönetme becerilerine sahip genlerle donanmış biriydi. Çok köklü bir sülalenin varisiydi. Hücrelerinde, çok uzun zamandır liderlik etmiş, yönetmeyi iyi becerebilmiş atalarının izi, kanı vardı. Düşünsenize ilk bilinen kral ise tanrı olarak anılmış Asur’du. Roma, bu köklü hücreleri, genleri küçük yaşta bile eğemeyeceğini de yine çok sonra anlayacaktı. Roma, ileride hükümdar olacak Attila’ya çok iyi davrandı. İyi yemekler, elbiseler, hizmetçiler verdiler. Ama Attila sarayın bu görkemli odalarında kendini sıkışmış hissediyordu. Yaylaların özgürlüğüne alışmış genleri her gün ama her gün isyan ediyordu. Romalıların iyi davranmalarına rağmen onları bir türlü sevemiyordu. Onların aldatan dış politikalarına her şahit olduğunda, onlardan bir adım daha uzaklaşıyordu. Roma, kendince tarihinin en büyük propagandasını yaptığı zannediyordu. Ama tam tersi olacaktı. Attila, onların ahlaki olmayan yönetim anlayışını gördükçe onlara daha da kinleniyordu. Amcası Uldiz’e de Romalıların yanında savaştığı için çok kızıyordu. O günlerde Vizigot kralına hayran kaldığını belirtiyor. Asla yılmayan, her zorluğun üzerine korkusuzca yürüyen, halkı için çabalayan bir kral olarak onu görüyordu. Romalıların ise burunları her daim havadaydı. Kendilerini dünyanın merkezi olarak görüyorlardı.    Attila yirmi yaşına geldiğinde kendi halkına geri döndü. Döner dönmez Romanın kendine hediye ettiği şair, berber, dansöz ne varsa hepsini geri gönderdi. Süslü elbiselerini hemen çıkardı. Tay derisinden pantolon ve düz bir ceket giydi. Yine derhal saçını kestirdi. Türk stilinde, bir tutam ama uzunca bir saçı olmalıydı. Hemen çadırda yaşamak istediğini söyledi. Ve kuru et yemeye başladı. Yine Percheron’un yazdığına göre hemen hemen bir saat içinde tam bir Hun Türkü oluvermişti. Sekiz yıllık asimilasyon çabası yerini bulmamıştı. Bu arada Attila’nın amcası da Attila’nın Roma’dan etkilenmiş olabileceğini düşünüp iktidarı ona vermek istemedi. Ona kaygı ile baktı. Anlamaya çalışmadan, biraz da önyargılarla baktı. Ama onun güçlü genlerine, önder, lider duruşuna o da karşı koyamayacaktı. Attila, Türklere kendi yazılı tarihi içerisinde aydınlanmış, sağlam genlere sahip hücrelerin, asla hareketsiz kalmayacağını, amacının dışında, yani akletmenin, düşünmenin ve hareketlenmenin dışında davranış sergileyemeyeceğini gösteren oldu. Zenginliği dillere destan olduktan sonra bile tahta tabakta yemeğini yiyecek kadar mütevaziydi. Ama yaradılış amacına, canlılara, doğaya, insana zalimce davrananlara aynı mütevaziliği göstermedi. İşte böyledir. Hücrelik görevini hakkıyla yapmış hücre, kıyameti asla düşünmez. Çünkü görevini layıkıyla yapanlar, doğaya, canlıya iyi bakanlar ölümden korkmaz. ‘Binse bile bir alamete, o mutlaka gider keramete’…   
Ekleme Tarihi: 23 Temmuz 2025 -Çarşamba
Tayfun Kaya

Roma Propagandası...

Bedenimizi, hücrelerimiz besler ve yönlendirir. Onlar bedenimizin bakıcılarıdır. Tıpkı dünyanın bakıcıları insanlar gibi… Bedenimiz, her bir hücremizin sağlıklı çalışmasına ihtiyaç duyar. Hücrelerin çalışmadığı yerde karanlık, zayıflık başlar. Çalışmayan hücreler; beslemesi gereken bedenimizi kemirir durur. Yanındaki hücrelerde o çalışmayan hücreden etkilenir. Ve bölge de çalışmama oranı yavaşça artar.

Hareketsiz kalmış veya bırakılmış her bir hücre, sistemin verimli bir üyesi olmaktan çıkmıştır artık! Hareketsiz hücre, “diğer hücreler benim işimi de yapsın”, “ben çalışmışım ya da çalışmamışım sanki ne değişecek ki” gibi garip fikirlere kapılır. Tembelliğini, özünde kendisinin de inanmadığı fikirlerle örtmeye çalışır. Ama tembelliğin üzeri örtülemez. Acısı gün yüzüne çok hızlı çıkar.

Tembel kalmış hücre ile halkanın bir zinciri kopmuştur. Klasik örneğimizle, diğer halkalarda artık görevini yapamaz olmuştur. Zincir taşıması gereken, çekmesi gereken yükü, görevi artık yapamaz. O hücre her ne hikmetse, bedende oluşmuş ama aslında istenmeyen parazitlere özenmiştir. Onlara özenir. Parazitlerin içindeki çirkin ördek yavrusu gibi onlarla takılır. Halbuki cevher, özenilecek olan kendidir. Hücre, parazitin o aldatma, kandırma, algı yönetme çabasına yenilmiştir. Beden de o bölgeden başlayarak ölmeye başlamıştır. Hücre parazitin tuzağına düşer. Beden hücrenin zayıflığına yenilir. Işıkla gölgenin savaşında gölge şimdilik öne geçmiştir. Ama hücre topluluğu kolay pes etmez. Bağımsız kalabilmiş hücreler, parazitin eline düşmüş hücre arkadaşları için daha fazla efor sarfetmeye başlar.

Kesinlikle umutsuzluk hiçbirimize yakışmaz.

Tıpkı kesilen bir yerin kendi kendini onardığı gibi, o çürüyen bölge de rahatlıkla onarılabilir. Işığın, enerjinin temsilcisi hücre, “kurtulamayacağız” diyerek asla vazgeçmez. Bir lider hücre çıkar. Hastalığa direnç gösterir. Yoğun olarak, var gücüyle çalışma başlar. Bu hücre diğer hücreler arasında sinerji yayar. Ve bu pozitif enerji bedene adım adım yayılır. Önceleri onun bu gayreti minik dalgalar gibidir. Ama bu minik dalgalar yakınlarındakilere ivmelenme başlatır. Bu ilk hücrenin yaptığı minik dalgalanmalar önceleri uzaklardan pek hissedilmez. Hatta karalayıp sinek vızıltısı diyen parazitler, parazitleşmişler bile çıkabilir. Ama yakınlarındaki hücreler çoktan etkileşime girmiştir. Pozitif hava nefes aldırır. Rutubetli hava dağılmaya başlar. Dalgalanmayı başlatan, çürümeye dur diyen o ilk hücre artık kendini yalnız hissetmez. Kararmış, rutubet kokan o hücre yapısı içinde bu bir nefes nane şekeri hissiyatıdır. Ve sonunda ferahlık hissi bedenin tamamına yayılır. İçi kararmış, ‘bizden bir şey olmaz’, ‘tek başına ben ne yapabilirim ki?’ diyen hücreler, bir kıvılcımın koca bir ateşe dönüşebileceğini görür. Önemli olan en karanlık, rutubetli zamanlarda bile motivasyonu kaybetmemektir. Geçen zamanın verimsiz geçmesine izin vermemektir. Geri getiremediğimiz en kıymetli varlığımızı, zamanı hoyratça kullanmamaktır. Hareketsiz kalıp, çürüme vaat eden karanlığa, parazite uyan o ilk hücre gibi sessizce bir köşede olanları kabullenmemektir.

Dedik ya hücrelerin görevi, yaradılış amacı bedene iyi bakmaktır. Onu güzel, sağlıklı yaşatmaktır. İnsanların görevi de yaradılış amacı da dünyayı, canlıları güzel, sağlıklı yaşatmaktır.

İnsanda tıpkı hücre gibi hareketsiz bırakılışına sessiz kalmaz. Hareketsizliğin, sadece yardımlarla yaşayabilmenin, işsizliğin, çalışmamanın dünyaya zarar vereceğini bilir. Bu tutumun kıyamete götürdüğünü, binlerce yıllık insanlık tarihinden bilir.

Yanan ormanların, kesilen ya da dozerle yıkılan ağaçların, yoğun betonlaşmanın, dünyayı kanser hücresi gibi etkileyeceğini bilir. İthal tüketme, üretmeme sonucu gelir vergilerinin azalıp, diğer taraftan lüks harcamaların azalmamasıyla madenlere göz dikildiğini de bilir.

Kömürü bakırı bırak, yerin altındaki çakıl taşlarını bile bir anda, doğanın kendini yenilemesine fırsat tanımadan nakde çevrilmek istendiğini görmüştür. Bu da tam olarak çölleşmedir. Ama dedik ya insanlık tarihi bilir. Geçmişteki birçok toplumun başına bu açgözlülükleri, kıtlığı getirmiştir. İklim değiştiren bu doğa katliamı ile ekinlerinin verimini azalır. Yağmuru, bulutu manyetik bir alan ile kendine çeken ağacın yokluğu, azlığı, yağmursuzluğu, kuraklığı getirir. Ekinlerin besin değerleri hemen değişir. Meyve çiçeklerinin açtığı bahar ayında, ansızın kara kış donu yaşanabilir. Haliyle ağaçların da meyve veremeyeceğini bilir. Yani kıtlığı, yokluğu, pahalılığı öngörmek zor olmaz. Karanlık, rutubetli bedene, aynı karanlık zihniyette yeni hücreler nakletmenin de kurtuluşu sağlayamayacağını bilir. Bu anlayış ile artık geleceğin gelmeyeceğini bilir. Gelecek nesillerinin orada yaşayamayacağını bilir. Hareketsiz hücrelerin, sonraki nesillere yaşam alanı bırakmayacağını görür.

Hele hele bu durum, Altay dağlarının sonsuz yeşilliğinde yaşamış. Merakıyla ve hayvanlarıyla birlikte bozkıra, yaylalara, yeşilliğin ortasına kendini bırakmış Türklere, bu çöl anlayışı hiç uymaz.

Hareketsizliği götüren o ilk hücrenin propagandasına düşen çok sayıda hücre illa ki olacaktır. Ama propagandanın, o hücre nesline olumlu dönmeyeceğini bilen hücreler tuzağa düşmez. Bedeni kurtarabilmek için var gücüyle mücadele verir.

Attila dönemini tasvir ederken M. Percheron şöyle diyor; “Propaganda sadece yaşadığımız çağın bir icadı değildi”. Demek ki bırakın bugünü, 4 üncü yüzyıldan çok önce de bunlar varmış.

O yıllardaki Roma imparatorluğu da oldukça kurnazdı. Karşılarına günün en son teknolojisi ile dikilmiş Hun Türklerini bir türlü yenemiyorlardı. Roma, askeri olarak da oldukça zayıflamıştı. Hazineleri erimiş, bütçeleri yetmez olmuştu. Halkı da artan vergiler, zamlar sebebiyle iyice fakirleşmişti. Varlık zamanında lüks harcamalara alışmış olan Roma sarayı, yokluk döneminde de aynı harcamaları yapıyordu. Ve tabi ki yokluğun olduğunu da asla kabul etmiyorlardı. Çünkü kabul etse; daha az yemesi gerekecekti. Olanda Roma halkına oldu.

Batı Roma imparatorluğunun elinde sadece geçmişi ve kendince kurnaz yöneticilerinin dış ve iç politikaları kaldı.

Öncelikli kurnazlığı, Türk Hunlarını ayrıştırmaya çalışmak oldu. Bunu tam olarak beceremediler. Kopanlardan da istedikleri etkiyi alamadılar. Hunlar oldukça güçlüydü. Rua Han öldüğünde yeni varisler kardeşi Muncuk’un evlatlarıydı. Bleda (Buda) ve Attila (Atlı)…

Batı Roma imparatorluğu barış ve kaynaşma adına, kendi asil gençlerinin Hunlarca, Hunların asil gençlerinin de İtalya’da Ravenna’da yetiştirilmesini önerdiler. Hunlar için vergi yani ganimet verdikleri sürece barışık kalmakta sorun yoktu. Ve Attila henüz oniki yaşında İtalya’nın Romanga bölgesindeki Ravenna’ya götürüldü.

Romanın amacı; Attila yirmi yaşına gelip Roma kültürü ile Türk yurduna döndüğünde buranın ahengini bozacağını umuyorlardı. Kültür çatışması ile iç karışıklık yaratmak ve Attila’nın karanlığı başlatacak hücre olmasını sağlayabilmekti. Ama çetin cevize çarptıklarını çok sonra anlayacaklardı. Attila, Hunların başına gelmiş tam otuz iki kraldan sonra gelen, yani oldukça güçlü, yönetme becerilerine sahip genlerle donanmış biriydi. Çok köklü bir sülalenin varisiydi. Hücrelerinde, çok uzun zamandır liderlik etmiş, yönetmeyi iyi becerebilmiş atalarının izi, kanı vardı. Düşünsenize ilk bilinen kral ise tanrı olarak anılmış Asur’du. Roma, bu köklü hücreleri, genleri küçük yaşta bile eğemeyeceğini de yine çok sonra anlayacaktı.

Roma, ileride hükümdar olacak Attila’ya çok iyi davrandı. İyi yemekler, elbiseler, hizmetçiler verdiler. Ama Attila sarayın bu görkemli odalarında kendini sıkışmış hissediyordu. Yaylaların özgürlüğüne alışmış genleri her gün ama her gün isyan ediyordu. Romalıların iyi davranmalarına rağmen onları bir türlü sevemiyordu. Onların aldatan dış politikalarına her şahit olduğunda, onlardan bir adım daha uzaklaşıyordu.

Roma, kendince tarihinin en büyük propagandasını yaptığı zannediyordu. Ama tam tersi olacaktı. Attila, onların ahlaki olmayan yönetim anlayışını gördükçe onlara daha da kinleniyordu. Amcası Uldiz’e de Romalıların yanında savaştığı için çok kızıyordu. O günlerde Vizigot kralına hayran kaldığını belirtiyor. Asla yılmayan, her zorluğun üzerine korkusuzca yürüyen, halkı için çabalayan bir kral olarak onu görüyordu. Romalıların ise burunları her daim havadaydı. Kendilerini dünyanın merkezi olarak görüyorlardı.   

Attila yirmi yaşına geldiğinde kendi halkına geri döndü. Döner dönmez Romanın kendine hediye ettiği şair, berber, dansöz ne varsa hepsini geri gönderdi. Süslü elbiselerini hemen çıkardı. Tay derisinden pantolon ve düz bir ceket giydi. Yine derhal saçını kestirdi. Türk stilinde, bir tutam ama uzunca bir saçı olmalıydı. Hemen çadırda yaşamak istediğini söyledi. Ve kuru et yemeye başladı. Yine Percheron’un yazdığına göre hemen hemen bir saat içinde tam bir Hun Türkü oluvermişti. Sekiz yıllık asimilasyon çabası yerini bulmamıştı.

Bu arada Attila’nın amcası da Attila’nın Roma’dan etkilenmiş olabileceğini düşünüp iktidarı ona vermek istemedi. Ona kaygı ile baktı. Anlamaya çalışmadan, biraz da önyargılarla baktı. Ama onun güçlü genlerine, önder, lider duruşuna o da karşı koyamayacaktı.

Attila, Türklere kendi yazılı tarihi içerisinde aydınlanmış, sağlam genlere sahip hücrelerin, asla hareketsiz kalmayacağını, amacının dışında, yani akletmenin, düşünmenin ve hareketlenmenin dışında davranış sergileyemeyeceğini gösteren oldu.

Zenginliği dillere destan olduktan sonra bile tahta tabakta yemeğini yiyecek kadar mütevaziydi. Ama yaradılış amacına, canlılara, doğaya, insana zalimce davrananlara aynı mütevaziliği göstermedi.

İşte böyledir. Hücrelik görevini hakkıyla yapmış hücre, kıyameti asla düşünmez. Çünkü görevini layıkıyla yapanlar, doğaya, canlıya iyi bakanlar ölümden korkmaz. ‘Binse bile bir alamete, o mutlaka gider keramete’…

  

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.