Bahis açmak icap eder ki, iktisat dediğimiz mefhum; kuru rakamların, kâğıda dökülmüş tabloların çok ötesinde, bir milletin ferasetiyle, sabrıyla ve iktisat terbiyesiyle yoğrulan bir büyük medeniyet tasavvurudur. Bugün sizleri temaşa etmeye davet edeceğim mevzu da işte böyle bir yol ayrımını işaret eder: Küresel ticaret savaşının en sıcak cephesinde, Türkiye’nin kendine biçtiği rolü ve bunun perde arkasındaki derin hesapları…
Bir kafeteryada kulağıma çalınan o cümle, konunun özünü bir nefeste fısıldıyor: “Onlar dövüşür, faturayı biz mi öderiz; yoksa bu defa kazanan biz mi oluruz?” Bu sorunun cevabı, sadece yabancı sermayenin büyüklüğünde değil; o sermayeyi nasıl yönettiğimiz, nasıl bir vizyonla karşıladığımız ve nasıl bir gelecek inşa ettiğimizdedir.
Ticaret Savaşının Gölgesinde Çin Hamlesi
Malumdur ki, ABD’nin Çin mallarına %145’lik gümrük vergisi koyması ve Çin’in %125’lik misillemesi, küresel dengeleri altüst etti. Pekin yönetimi, bu sert dalgalara karşı yeni limanlar, yeni güzergâhlar arıyor. Gözler, jeopolitik konumu, Gümrük Birliği avantajı ve Avrupa’ya yakınlığı ile Türkiye’ye çevrildi.
Bugün Türkiye’de faaliyet gösteren Çinli şirket sayısı 1200’ü geçmiş, doğrudan yatırımlar 7 milyar doları aşmıştır. Manisa’da 1 milyar dolarlık BYD fabrikası, Samsun’a Chery’nin gelme planı, SVM Motor’un Türkiye’yi Balkanlar ve Avrupa için üretim üssü ilan etmesi… Kulağa hoş gelen rakamlar: Binlerce kişilik istihdam, yüz binlerce araç üretimi ve ihracat artışı. Lakin ferasetle bakınca sorulması gereken soru şudur: Bu kazancın hakiki sahibi kim olacak? Kar, marka ve teknoloji yine Çin’in elinde mi kalacak?
Pakistan ve Sırbistan örnekleri, uzun vadede bu yatırımların üretimi yerelleştirmekten çok dışa bağımlılığı artırdığını; “ucuz iş gücü deposu” imajını güçlendirdiğini göstermektedir.
Görünürde Fırsat, Derininde Tuzak
Çin’in Türkiye’deki yatırımlarını sadece ekonomik bir hamle olarak okumak eksik olur. Türkiye, Çin’in "Kuşak ve Yol Girişimi"nin tam da kalbinde, Avrupa’ya, Orta Doğu’ya ve Afrika’ya açılan bir kavşak noktasındadır. Bu, yalnızca lojistik bir tercih değil; aynı zamanda stratejik bir vizyonun parçasıdır.
Ancak bu strateji tek taraflı kazanç getirmez. Kenya ve Mısır gibi ülkelerde görüldüğü üzere; kısa vadede döviz ve istihdam artarken, uzun vadede kar transferi, teknoloji bağımlılığı ve “Çin’in taşeronu” algısı oluşur. Kamera arkasında konuşulan da budur: “Türkiye Avrupa’ya ihracatını artıracak ama ‘Çinli tedarikçi’ diye anılma riskini de göze alacak.” Bu, markalaşmanın ve yüksek katma değer üretmenin önünde ciddi bir bariyer olabilir.
Stratejik Konumun İmtihanı
Neden Türkiye? Sadece ucuz iş gücü mü? Hayır. Türkiye, Gümrük Birliği sayesinde Avrupa pazarına erişebiliyor; NATO üyesi olarak Batı ile güçlü bağlara sahip. Çin için bu; bir taşla birkaç kuş vurmak demektir: Hem AB’ye yakın hem Kuşak ve Yol’un üzerinde, hem de Ortadoğu ve Afrika’ya açılan bir kapı…
Fakat bu avantaj, aynı zamanda risk taşır. Mustafa Özel’in veciz ifadesiyle: “İktisat sadece rakam değil; aynı zamanda strateji ve vicdandır.” Türkiye’nin buradaki tercihi günü kurtaran bir döviz akışı mı olacak, yoksa uzun vadeli, yerli üretimi ve teknolojiyi güçlendiren bir kalkınma modeli mi?
Sürdürülebilirlik ve İktisat Terbiyesi
Bediüzzaman’ın “Hakikat sabır ister” sözünü hatırlamak lazım: Kısa vadeli döviz sevinci, uzun vadede üretim ve teknoloji geliştirilmezse, bağımlılığa dönüşür. Türkiye’nin gerçek kazanımı, Çin’in sermayesini; yerli markalar, yerli tedarik zinciri ve yüksek katma değer üretimle buluşturabilmesindedir.
Bunun için içeride de üç olmazsa olmaz şart vardır: Politik istikrar, ekonomik sürdürülebilirlik ve toplumsal güven. Mahfi Eğilmez’in dediği gibi: “Kısa vadede döviz girer; ama karar veremez hâle gelirsiniz.” Uzun vadeli kalkınmanın yolu, sadece dışarıdan para çekmek değil; içeride adil bir düzen ve güçlü bir iktisat terbiyesi kurmaktan geçer.
Velhasıl; Çin yatırımları Türkiye için elbette bir fırsattır. Ama bu fırsatı fırsat yapan, nasıl ve ne için kullandığımızdır. Gerçek refah; dışarıdan gelen parayla değil, içeride inşa edilen üretim gücü, adalet duygusu ve liyakat düzeniyle mümkündür.
Zira iktisat, sadece rakam ve kâr değil; aynı zamanda feraset, vicdan ve basiretle yazılan bir kalkınma hikâyesidir.
Selam ve Dua ile…