Kıymetli dost,
Ey kalpleri yolculuklara çağıran Rabbim, bu satırları okuyan her gönle sekinet, her adımına bereket nasip eyle…
Kıymetli dost, Yine bir yolculuğa çıkmak üzere gönlünün kapısını mahcup bir edayla tıklatıyorum. Belki “yine mi sen?” diye iç geçiriyorsun, belki de bir dostun sesiyle hayata ve yola merhaba diyerek günü karşılıyorsun.
Her yolculuk bir çağrıyla başlar; kimi zaman bir rüya, kimi zaman bir sızı, kimi zaman da içimizde yankılanan bir dua olur bu çağrı. Yine bir yolculuk öncesi yasladım gönlümü Yaratan’a, döndüm yüzümü yollara. Hangi yol selamette, hangi yol çıkmazda? Hangi yolda nasip beni bekler? Hangi yolda bana yol arkadaşı olacak güzel insanlarla gönlüm buluşacak? “Ya Nasip” diyerek halis bir niyetle yola revan oldum.
Fakat içimi kemiren bir hissi de bir kenara bırakamıyorum. Uzun bir zamandır birlikte yol aldığımız bu yolculuklarla, gözlerine ve gönlüne misafir olduklarımı acaba yoruyor, gönüllerini sıkıyor muyum? Yazdığım kelimelerle kalplerine sekinet sunabiliyor muyum? Bu yolculuklarımızla tozlanan gönül aynalarınızı arındırabiliyor muyum?
Belki de kelimelerim, bir yük değil bir yoldaş olmalıydı. Belki de her satır, bir aynayı değil, bir nefesi taşımalıydı gönüllere…
Elbette ki içinde yaşadığımız teknolojik bir zamanda, her şeyin üç beş kelimeye sığdırılmaya çalışıldığı bir mecrada bizimle olmak sıkıcı da olabilir, gönle hoşnutluk da katabilir. Bu düşüncelerle, kalpten damıtılan muhabbet mürekkebiyle satırların arasından sana bir dost eli uzatıyor ve seni yolculuğumuza davet ediyorum.
Çünkü bir hakikat var: Kelimeler ilk bakışta değil, vakti geldiğinde kalplerde yankı bulur. Rızık, sadece mideyi değil, kalbi de doyuran bir nimettir. Ve bu yolculuk, sadece bir geçim meselesi değil; bir teslimiyet, bir tevekkül, bir arayış meselesidir.
Okuyacağınız bu satırların kalplerinizde yankı bulması duasıyla… Haydi, hayatın tüm sıkıntılarına rağmen gel, birlikte bir yolculuk yapalım.
Rızkın Peşinde Yolculuk başlıyor. Yeni bir yolculuğun eşiğindeyiz, dostum. Hazırsan, tut hikmetin elinden; hayırla buluştursun bizi.
Yol bizi bekler… Belki bir dua kadar yakın, belki bir sızı kadar derin. Ama mutlaka bir nasip kadar gerçek.
İnsan, gözlerini dünyaya açtığı anda adına “hayat” dediğimiz bir yolculuğa davet edilir. Bu yolculuk, insanın iradesiyle değil, ona bahşedilen bir lütufla başlar. Zaman, bu yolculuğun en kıymetli sermayesidir; sınırlıdır, akıp gider ve insan onu yakalamak için telaşla koşar. Zamanın elinden kayıp gidenleri geri kazanmak, kalanları korumak için kıyasıya bir mücadele başlar.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalarken, zaman azgın bir sel gibi önüne kattığı her şeyi sürükler. İnsan da bu selin içinde savrulurken ne yana dönse, ne yana uzansa, elleri boşlukta kalır; gözleri derin bir kaygıya takılır...
İnsanın ruhu mevsimler gibidir. Kimi zaman ayaz ve soğuk kar yağar düşlerinin üstüne, kimi zaman kasırga ve fırtınaya tutulur. Tutunduğu dallar kırılır tek tek, umutları hayalleri yıkılır. Kimi zaman sonbaharı andıran yapraklar gibi düşer gözden ve gönülden. Nedense yaz gelmez bir türlü gönlün yamaçlarına…
Gecenin gündüze devrettiği nöbetle başlayan hayatın içinde insan, yer tutmaya, varlığını hissettirmeye çalışır. Fakat çıktığı bu yolculukta nereye gitmek istediği, nereye varmak istediği çoğu zaman bir muammadır. Gittiği yollar, varmak için midir yoksa kaçmak için mi? Kimi yol zifiri karanlıktır, kimi ışığa açılır.
İnsan bu misafirlikte hep bir arayış içindedir. Nereden geldiğini, niçin geldiğini, nereye gittiğini ve hayatın anlamını sorgular. “Hayatın anlamı nedir? Neden hep iyilikle kötülük arasında bir mücadele hâkimdir?” Bu sorular, insanı yola düşürür. Çünkü arayış, anlamın peşine düşmektir. Ve unutma dostum; yol, başlı başına bir öğretmendir.
Yolda yürüyen, hem kendini tanır hem de içinde saklı kalmış yönleriyle karşılaşır. Yol insanı terbiye eder; çünkü yolculuk, insanın içindeki eksikliği tamamlama gayretidir. Şehirleri, ülkeleri gezen biri, bir gün kalbinin kapısından içeri girerek labirentlerinde dolaştığını fark ederse, işte o zaman yolculuk anlam bulur.
İnsan yapmak istediklerine doğru yürümek ister; ama akıl “dur” der, mantık hesap yapar. Kalp ise derinden “git” der… susturamazsın. İşte o an başlar asıl yolculuk: hiçbir haritası olmayan, menzili görünmeyen ama ruhu özüyle buluşturan o eşsiz sefer.
Ve içsel yolculuğun nihai sırrı şudur: Ne kadar uzaklara gidersek gidelim, en derin yolculuk, kendimize doğru yaptığımız yolculuktur. İçimize bir adım attığımızda, dış dünyanın tüm karmaşası yerli yerine oturur, anlamını bulur.
Dünya hayatı insana türlü sınavlar sunar. Her sınav, insanı pişirir, olgunlaştırır ve hakiki kazanca hazırlar. İnsan, bu dünyada varlığını sürdürebilmek için rızık peşine düşer. Bu arayış onu farklı yollarla buluşturur. Yaşamı kolaylaştırmak için çalışmak durumunda olan insan bir karınca misali yarınlarına hazırlık yapıp durur.
Fakat bu çalışma bazen yorar, bazen de insanı karamsarlığa sürükler. Aç kalma korkusu, sevdiklerine yetememe endişesi, başkasına muhtaç olma düşüncesi insanı nefessiz bırakır. Nefes bulduğunda ise hırsla saldırır; kazanma arzusu bedenini sarar. Kazandıkça daha fazlasını ister. Ne göz doyar, ne de gönül…
Bu hâl, insanı hataya sürükler; haksız kazançlara, haram yollara iter.
İşte bu bölümde, haram kazançların ruhu nasıl zehirlediğini, insanın içsel yolculuğunu nasıl sekteye uğrattığını birlikte sorgulayacağız. Peygamber mesleklerinin helal ve hikmetli izinden sapmaların, insanı nasıl bir içsel çöküşe sürüklediğini birlikte göreceğiz.
Haksız Kazancın Bedeli
“Hak”, öncelikle bir şeye ehil olmayı, o şey için en uygun, en layık olmayı gerektiren bir kavramdır. Dolayısıyla hak etmeden elde edilen her türlü menfaat, insanın aslında kendisine ait olmayan bir şeye el uzatması, ehil olmadığı bir nimetle kendini donatmaya kalkışması anlamına gelir.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim açıkça uyarır:
“Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın.”
(Bakara, 2/188)
Hayatın her alanında kanunlar ve kurallar vardır. Yaşadığımız dünyada nasıl adaletin ve ölçünün gereği olan yasalar bulunuyorsa, kâinatın da kendi kanunu vardır:
“Emek verilmeden kazanılan hiçbir şey kalıcı olmaz.”
Haksız kazanç, saman alevi gibi parlar ve hızla söner. Fakat sadece malı değil, insanın ruhunu da kirletir. Vicdanın sesi kısılır, kalp katılaşır. Haramla beslenen bir beden, huzurla uyuyamaz.
Bu yozlaşma sadece bireyin değil, toplumun da çöküşüdür. Adaletin zedelendiği yerde güven kaybolur; güvenin kaybolduğu yerde kardeşlik çözülür. Kardeşliğin yerini kıskançlık, öfke ve ayrışma alır.
Haksız kazanç, bir milletin ruhunu çürütür.
Kıymetli Dost,
Bir yolculuğumuzun daha sonuna geldik. Bir sonraki yolculuğumuzda heybemize ne konulacak, neleri paylaşacağız birlikte an ve zamanı gelince göreceğiz.
Bu yol boyunca sabır ve muhabbetle beni gönlünüzde, zamanın en kıymetli anlarında misafir ettiğiniz için şükranlarımı sunarım.
Her birinizi rızkın sahibine, rahmetin gölgesine emanet ederim.



