Bazı yapılar vardır; sadece taş, beton ve tuğla değildir. Onlar bir milletin inancı, sabrı ve duasının cismanileşmiş hâlidir. İşte Taksim Camii’nin hikâyesi de tam böyle bir hikâyedir: 150 yıllık bir bekleyişin, vesayete direnişin ve sabrın toprağa kök salıp kubbe olarak yükselmesidir.
Hikâyenin ucu, Sultan Abdülhamid dönemine kadar gider. O yıllarda Ruslar Yeşilköy’e kadar dayanmış, İstanbul’un göbeğine –bugünkü Taksim Meydanı’na– bir kilise inşa etme arzusunu taşımışlardı. Kısa sürede Aya Tiridi Kilisesi’nin temelleri atıldı. O dönemin devlet aklı, bu meydanda bir denge kurmak, bir mana inşa etmek için “Tam karşısına bir cami de yapılacak” dedi. Çünkü bu şehir sadece taşlarla değil, sembollerle, niyetle inşa edilir. Fakat işte ne olduysa orada oldu: Onlar kiliseyi kısa bir sürede tamamladı; ama milletin “buraya bir cami” hayali, vesayetin, mahkemelerin ve ideolojik engellerin arasında bir ömür bekledi.
Sadece Sultan Abdülhamid’in değil, sonraki her kuşağın aklında ve kalbinde bu dua vardı. Ama 27 Mayıs darbesi, 12 Eylül, 28 Şubat, yetmedi “laiklik elden gidiyor” manşetleri… Hep birileri “Olmaz!” dedi. Bu milletin inancı, meydanın tam ortasında temsil edilmesin istendi. Taksim Camii, 150 yıl boyunca hep hayal olarak kaldı; Aya Tiridi Kilisesi’nin gölgesi meydanda yükselirken, cami sadece dualarda, mahzun bir niyet olarak kaldı.
1960’lardan itibaren defalarca proje çizildi, defalarca planlar hazırlandı; ama her seferinde dosyalar rafa kaldırıldı. Dönemin gazeteleri “modern hayatın kalbine hançer” dediler. Oysa mesele bir binadan ibaret değildi; bir milletin hafızasına kazınan, dilden dile aktarılan bir mahzunluğun sembolüydü. Milletin kalbinde yanan dua, bir türlü taş ve betona bürünemedi.
Ve takvimler 15 Temmuz 2016’yı gösterdiğinde, bu millet yine imanıyla dirildi. O kanlı gecenin hemen ertesi günü Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Taksim’e cami yapmanın tam zamanı” dedi. O söz, yıllardır bekleyen o duayı yeniden diriltti. O sözle birlikte sadece bir proje değil; bir milletin hafızasında kırık dökük kalan umut ayağa kalktı.
Tam da o dönemde, camiyi yapan aile –ki Özal döneminden beri bu projeyi takip eden, mahkemelerde dosya taşıyan, rapor yazan bir aile– dönemin Enerji Bakanı Sayın Berat Albayrak’ı aradı: “Biz bu camiyi yapmak istiyoruz. Nesiller boyu bunun için uğraştık, lütfen bu projeyi bize verin, biz yapalım.” Bu cümle, sadece bir yatırım değil; dededen toruna geçen bir hayalin, aile mirasına dönüşmüş bir niyetin ifadesiydi. O yüzden bu caminin inşası sadece müteahhitlik değil, bir aile duasının taş ve kubbeye dönüşmesiydi.
Ve inşaata başlarken alınan çok manidar bir karar: Temel ile kubbenin aynı anda yapılması… Çünkü onlar biliyordu ki bu meydan, nice kalkışmalar, nice mahkeme kararları görmüştü. Olur da bir gün yine durdurmak isterlerse, sadece yarım kalmış bir temel değil, meydanda yükselen bir kubbe kalsın; herkes görsün ki “Burada cami yapılıyor!” dediler. Bu, akılla, sabırla ve imanla örülmüş bir tedbirdi. O kubbe, vesayete “Buradayız!” demenin en sessiz ama en güçlü hâliydi.
2017’de temel atıldı. Modern çizgilerle klasik Osmanlı üslubunun harmanlandığı, 4000 kişilik cemaat kapasitesi olan, altında kütüphane ve kültür merkeziyle sadece bir ibadethane değil, bir medeniyet merkezi olarak tasarlanan bir cami yükselmeye başladı. Kubbesi titanyum çinko kaplandı; duvarlarında Bursa ve Antalya taşları kullanıldı. Taş değil, dua yoğruldu; beton değil, sabır döküldü.
Birilerinin “İstanbul’da zaten binlerce cami var, ne gerek var?” dediği mesele, aslında bir hafıza meselesiydi. Aya Tiridi Kilisesi’nin yanında, 150 yıl gecikmiş de olsa, milletin duası da nihayet meydanda yerini aldı. Semboller konuşur; meydanlar sadece taşla değil, niyetle kurulur. Bugün oraya gelen bir genç, sadece bir caminin kapısından girmiyor; dedesinin ve babasının yarım kalmış hayaline de giriyor.
Ve tıpkı Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması gibi… Ayasofya, bir milletin tarihine ve medeniyetine yeniden selam duruşuydu; Fatih’in emanetine sahip çıkışıydı. Taksim Camii de 150 yıllık bir mahzunluğun telafisi, Aya Tiridi Kilisesi’yle meydanda dengelenen bir mana oldu. Ayasofya’nın minberinden yükselen ezan, fethin mirasına sahip çıkışımızsa; Taksim Camii’nin kubbesinden yükselen dua da “Biz hâlâ buradayız!” demektir.
Velhasıl; saatleri ileri almakla güneşi doğuramayız. Ama sabırla, sebatla, imanla o güneşi bekleriz. Ve o güneş, bir gün mutlaka doğar. Taksim Camii de Ayasofya’nın açılması da bu topraklarda ezanın, duanın, secdenin asla susmayacağını hatırlatan iki büyük mühürdür.
Selam ve Dua ile…