Memleket ekonomisi, son yıllarda tabir yerindeyse bir fırtınadan ötekine savrulmakta. Yüksek enflasyon, finansal dalgalanmalar, faiz politikalarındaki zikzaklı seyir ve tüm dünyayı kasıp kavuran pandemi süreci, bu coğrafyanın iktisadi istikrarını hayli sarstı. Üstelik 6 Şubat 2023’te yaşanan ve 11 vilayeti derinden etkileyen büyük deprem felaketi, sadece fiziki değil, ekonomik olarak da derin izler bıraktı. Henüz o yıkımın enkazı tam olarak kaldırılmadan, bu kez 23 Nisan 2025’te İstanbul’da meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem, büyük Marmara depreminin ayak sesleri olarak yorumlandı. Halk arasında dolaşan şu cümle çok şey anlatıyordu: “Deprem yıkmadan önce, zihinleri titretmeli.” Lakin anlaşılan o ki ne şehirler tam anlamıyla hazır ne de ekonomik yapımız bu tür sarsıntılara karşı mukavemet gösterecek durumda.
Depremin ardından devletin tüm imkânları bölgeye sevk edildi. Elbette bu bir zaruretti. Lakin kamu kaynaklarının bu ölçekte yön değiştirmesi, piyasada arz-talep dengesini de sarsmış oldu. Bu minvalde, hayat pahalılığına dair şikâyetler yükselirken, halk arasında sıkça duyulan "her geçen gün daha da daralıyoruz" serzenişi, artık sadece sokak röportajlarında değil, bakkal defterlerinde, kira sözleşmelerinde, hatta iftar sofralarında bile hissedilir hâle geldi.
Belirsizlik ve Dalgalanmaların Gölgesinde
2023 ve 2024 yılları, iktisadi belirsizliklerin yoğun olarak yaşandığı bir dönem oldu. Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri, mevcut sorunları çözmekten ziyade, birçok politik kararın ertelenmesine sebebiyet verdi. Seçim belirsizliğiyle birlikte yatırımcılar frene bastı, halk ise tüketim davranışlarını temkinli bir noktaya çekti. 2025’teki İstanbul depremi sonrası ise yatırımcıların “doğal afet riski” endişesiyle bölgeye olan bakışı iyice mesafeli bir hal aldı. Şayet bu durum, beklenen Marmara depreminin habercisiyse, yalnızca binalar değil, ekonomik dokular da çatlamaya başlamış demektir.
Merkez Bankası’nın zaman zaman faiz indirimine, zaman zaman ise artırıma gitmesi, piyasalarda istikrarı değil, tereddüdü pekiştirdi. Faiz gibi hassas bir enstrümanın bir gün “cari fazla”ya, ertesi gün “kur koruma”ya bağlanması, halk nezdinde güvensizlik duygusunu artırdı. Emre Alkin’in tabiriyle “güven eksikliği, enflasyondan daha yıkıcıdır.” Bugün sokaktaki vatandaşın ekonomiye dair beklentileri, istatistiklerden değil, etiketten, faturalardan ve pazar arabasından okunmaktadır.
Dış Ticaret ve Enflasyon Sarmalı
İthalata dayalı üretim modelimiz, global dalgalanmalara açık hâle gelmiştir. 2024 itibarıyla enerji ve gıda ithalatındaki artış, doğrudan tüketici fiyatlarına yansımakta, bu da enflasyonu kalıcı hâle getirmektedir. TÜİK verilerine göre, yıllık gıda enflasyonu %70’e yaklaşmış, özellikle dar gelirli vatandaşlar temel gıda maddelerine erişimde ciddi sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Sabri Ülgener'in işaret ettiği gibi, toplumların ekonomik davranışlarını sadece mali veriler değil, zihniyet dünyaları da belirler. Bugünkü tabloya bakıldığında, üretmeden tüketmeye alışmış bir yapının artık sınırlarına dayandığını görmek zor değildir. Enflasyon, sadece fiyatların artışı değil; aynı zamanda üretenle tüketenin arasındaki denge kaybıdır.
Sürdürülebilir Büyüme İçin Neye İhtiyacımız Var?
Türkiye ekonomisinin, kısa vadeli pansumanlarla değil, uzun vadeli tedaviyle ayağa kalkması elzemdir. Bu da ancak yapısal reformlarla mümkündür. Tarım, sanayi, eğitim ve teknoloji alanlarında atılacak adımlar, üretim kapasitesini artıracak; aynı zamanda işsizliği azaltarak sosyal dengeyi de kuvvetlendirecektir. Mehmet Genç’in "iktisadi zihniyet" vurgusu burada tekrar hatırlanmalıdır. Zira kalıcı kalkınma, zihinsel dönüşüm olmadan inşa edilemez.
Yerli ve yabancı yatırımcının bu topraklarda kalıcı olabilmesi için sadece teşvik değil, güven gerekir. Adam Smith’in "piyasaların görünmez eli" dediği o denge, ancak hukuk güvenliğiyle, kuralların şeffaf işlemesiyle ve öngörülebilirlik ilkesiyle tesis edilir. Faiz, döviz, vergi politikaları her ay değişirse, yatırımcının istikamet belirlemesi de imkânsız hâle gelir.
Velhasıl Türkiye ekonomisi, tarihî bir eşikten geçmektedir. Büyük depremin yaraları henüz sarılmadan gelen seçim süreci, ardından gelen finansal karar karmaşası, 2025’te İstanbul’da yaşanan hafif sarsıntıyla daha da derinleşmiştir. Bugün alınacak kararlar, sadece bugünü değil; yarının gençlerini, sanayicisini, çiftçisini, esnafını da etkileyecektir.
Bu toprakların iktisadî istikbali için, üretim odaklı, adaleti önceleyen, liyakati gözeten bir ekonomik yaklaşım zaruridir. Nitekim Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İktisat eden zenginleşir, israf eden iflasa sürüklenir.” İktisat sadece bir disiplin değil; bir terbiye, bir anlayış, bir ahlak meselesidir.
Selam ve Dua ile...