Tarih bazen yalnızca savaşlarla değil, görünmeyen hesap cetvelleriyle, kırılgan rakamlarla ve soğuk kur tablolarıyla da yazılır. Lakin bu rakamlar da en az bir silah sesi kadar yankı yapabilir milletin yüreğinde. İşte böylesi bir devrin eşiğindeyiz. Bir yanda küresel ölçekte yükselen çatışmalar, diğer yanda Türkiye’nin iktisadi nabzında titreşen belirsizlikler…
Dışarıda fırtınalar koparken, içeriye sızan her rüzgâr, zaten çatlamış camlarımızı daha da çatlatmakta. Ukrayna-Rusya Savaşı, tahıl yollarını tıkayıp enerji hatlarını felç ederken, Gazze’den yükselen acı; dünya diplomasi masasını sarsmakla kalmıyor, Türkiye gibi sınırda yürüyen ülkeleri de istikrarsızlıkla yüz yüze bırakıyor. Çin’in Asya-Pasifik’teki yeni hamleleri ise, küresel ticaretin yönünü yeniden tayin ediyor.
Bu jeopolitik rüzgârlar, bir kelebeğin kanat çırpışı misali, İstanbul’daki bir pazarda domates fiyatına, Kahramanmaraş’ta bir esnafın dükkân kirasına kadar uzanıyor. Zira her kriz yalnızca haritaları değil; sofraları, umutları, geleceğe dair hayalleri de değiştiriyor.
Bir Ülkenin Rezervi Değil, Güveni Eriyor
Merkez Bankası rezervleri yalnızca döviz değildir; bir ülkenin ekonomiye, devlete ve geleceğe duyduğu güvenin kasadaki karşılığıdır. Fakat son yıllarda o kasadaki rakamlar, yalnızca azalmıyor; aynı zamanda milletin iktisadi geleceğine olan inancı da eriyor. 2001’de bir anayasa kitapçığıyla savrulan piyasalar, bugünse bir sosyal medya paylaşımıyla dalgalanabiliyor.
Kriz anlarında ekonominin nefes borusu, sağlam rezervlerdir. Ama o borular tıkanmışsa ne para pompalanır ne güven… Son yıllarda yaşanan rezerv kayıpları, sadece bir para politikası hatası değil; aynı zamanda siyasi karmaşaların, belirsiz yargı süreçlerinin, istikrasız yönetimlerin yankısıdır.
Unutulmamalıdır ki; millet, elindekini kaybedebilir ama güvenini kaybettiği anda; piyasa da yatırımcı da sırtını döner. İşte tam da bu yüzden bugün dövizin değil, güvenin istikrarını konuşmak mecburiyetindeyiz.
Doğu ile Batı Arasında Ticari Bir Kavşak mı, Stratejik Bir Sapak mı?
Çin’in Türkiye’ye yönelen ilgisi ilk bakışta cazip gözükse de her yatırım bir fırsat değil, bazen bir prangadır. ABD-Çin Ticaret Savaşı’nın Türkiye Durağı, ülkemize doğrudan yatırım vaat ederken, aynı zamanda Batı ile kurduğumuz kırılgan dengeyi de tehdit etmektedir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Türkiye, Çin için bir üretim üssü mü olacak, yoksa kendi potansiyelini dış gücün taleplerine mi kiralayacak?
Zira üretim üssü olmak başka, marka değeri oluşturmak bambaşkadır. Eğer yönü biz tayin etmezsek, yol haritamızı başkaları çizer. Stratejik konum, yalnızca bir harita bilgisi değildir; onu anlamlandıran, yönü belirleyen, siyasi ve iktisadi ferasettir.
İç Siyasetin Ekonomi Üzerindeki Gölgesi
Türkiye’nin iç ekonomisi, dış fırtınalardan çok, içteki dalgalarla savrulmakta. Hukukun üstünlüğü zedelenirse, Merkez Bankası bağımsızlığını yitirirse, bütçeyi popülizm yönlendirirse; dövizin yükselişi, faiz politikaları, yabancı sermaye kaçışı gibi hadiseler kaçınılmaz olur. Tıpkı 2001’de olduğu gibi… O dönemki siyasi çatışmalar nasıl ki ekonomiyi yerle bir ettiyse, bugünkü siyasi söylemler ve belirsizlikler de ekonomik dengeleri aynı şekilde sarstı, sarsıyor.
Sadece istatistikle değil; halkın geçim derdiyle ölçülen bir ekonomik zemin inşa edilmedikçe, içerideki her siyasi gerilim, dış fırtınaları daha da şiddetli hissettirecektir.
Velhasıl bize düşen artık “para”nın değil, “feraset”in peşinden gitmek olmalı. Kısa vadeli tedbirler değil, kalıcı yapısal reformlar; popülist söylemler değil, liyakat merkezli kadrolar gerekiyor. Çünkü iktisat sadece kuru rakam değil; bir ahlak, bir adalet ve bir vicdan meselesidir.
Bugün, sağlam para politikası, çeşitlendirilmiş ticaret rotası, şeffaf yönetim ve milletin güvenini kazanan bir devlet anlayışı; en az petrol, altın ve döviz kadar değerlidir. Türkiye’nin rotası, sadece yönünü değil, yüreğini de bilmelidir.
Zira tarih, en çok yönünü şaşıranları yazar. Ve biz, yönümüzü yeniden tayin edecek ferasete her zamankinden daha fazla muhtacız.
Selam ve Dua ile…